ÇATIDAKİ ÖĞRETMEN

Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!

İlk görev yeriydi. Bir sınıfı vardı okulun. Tek başına çalışıyordu okulda. Sıralar eskiydi. Ders araç gereci yoktu. Sınıf pencereleri yaz tatilinde hiç sağlam bırakılmamıştı. Kırıktı bütün camlar. Müdür yetkili öğretmen, cam alacak para bulamayınca, bir camcıdan aldığı kırık camları, ağaç tutkalıyla yapıştırıp kapatmıştı pencereleri. Mübarek ağaç tutkalı, dayanıklı yapmıştı yeni camları. Atılan bir taşla kolay kolay kırılacak gibi değillerdi. Okulun tuvaletlerini de tamir etmişti, öğretmen yetkili müdür.  Kışın ısınma işi, köy içinden toplanan eski lastik pabuçlarla, otomobil lastikleriyle hallediliyordu. Otomobil lastikleri kesilip, parça parça yakılıyordu. Soba nar gibi kızarıp bir anda sınıfı ısıtıyordu. Öğretmen ve öğrenciler, bir soğuk bir sıcak idare edip gidiyordu vaziyeti. Bir şekilde günlerini kurtarıyorlardı.
Unutmadan okulda, yüz elliden fazla öğrenci kayıtlıydı. Kayıt edilen öğrencilerin en az altmışı hiç okula başlamamıştı. Kız öğrenci sayısı, on beşi geçmiyordu. Hiç kimsenin derdi değildi bu durum. Hiç önemli değildi hayata yeni pencerelerden bakmak.
En büyük dert kış ortasında çıktı meydana. Çatıdaki saç levhalar eskiyip paslanmıştı, yılların etkisiyle.. Bir fırtınayla parçalanınca, yağmur suları damlamaya başladı sınıflara. Sınıfın tavanı her yağmur yağdığında, Damlataş mağarası gibi oluyordu. Öğrenciler, ellerinde şemsiyelerle oturmaya başladılar sınıfta. Zaman zaman yağan yağmurlarla, sınıfın içinde “Üsküdar’a giderken aldı da bir yağmur” türküsünü söylüyordu öğretmen derdinden. Herkes başı ve ayağı ıslak, ellerinde şemsiyelerle bekleşiyorlardı sınıfta. Birkaç parça lastiği fazla atıp sobaya, idare etmeye çalışıyorlardı.
İlçe Milli Eğitime yazılan yazılara, anlatılan sorunlara cevap bile verilmiyordu. Bazen bir yetkilinin söylediği en iyi söz, “idare et hocam. Senin orada varlığın bile yeter” sözünden başka bir söz değildi. Müdür yetkili bir yıllık stajyer öğretmenin işi çok zordu. Öğretmenlik dışında, okulun işlerini tamamlamak istese bile,  ömrü yetmezdi. Atılmıştı bir başına unutulmuş bir köye, çırpınıp duruyordu.
Köyde ne muhtarın nede başka birisinin ilgi alanına girmiyordu eğitim işi. Okulda öğretmenin oturacağı sandalye, yazı yazacağı masası bile yoktu. Lojmanın tuvaleti bile çalışmıyordu, sıra gelmemişti tamir etmeye.
Zamanla her şey bulunurdu. Bulunurdu da yeni atanan öğretmenin önceliği değildi ki bu işler. Birde insanın aklına gelmiyor değildi, “Daha önceki öğretenler ne yaptılar bu okulda?”
Böyle böyle geçiyordu günler. Bir gün açık bir havada, güneşin yüzünü gösterdiği bir günde, müdür yetkili öğretmen ders bitiminde bir merdiven dayayıp çıktı okulun çatısına. ‘Katibim’ şarkısını unutmak istiyordu. Elinde bir keser, birkaç çivi. Saçları eski haline getirip çakmaya başladı. Çaktığı her çivi deliğinden su almasın diye, bir lastik pabuç parçasının üstünden çivi çakmayı birisinden sorup öğrenmişti. Öğretmen sanki yıllardan beri bu işi yapan çatı ustası gibiydi.  Çok paslanıp çürüyen yerlere de yağ tenekelerini açıp çakarak tamir etmeye çalıştı. Öğretmen kendi halinde çalışırken, okulun önünde bir resmi araç gelip durdu. Öğretmen çatıda dikilip, gelen araca baktı.
İçinden inen kişiler, çatıdaki öğretmene bakıp, tek kelime etmeden okulun içine girdiler. Sadece şoför, çatıya doğru bakıp eliyle gel ederken seslendi. “Siz öğretmen misiniz? İl Milli Eğitim Müdürü geldi. Sizi çağırıyor. Çabuk gelin.”
Öğretmen çivileri, keseri çatıda bırakıp, yavaş yavaş indi merdivenden aşağıya. Elleri çatıdaki paslı saçları tutmaktan kahverenginin kirli bir tonunda, berbat bir görüntüye bürünmüştü. Ellerini sürdü pantolonuna, hiç faydası olmadı. Girdi içeriye, “hoş geldiniz” dedi, ellerini uzatan olmadı. Ellerini kapatıp avuç içlerini gizledi. Müdür ve yanındakiler, hiç takmadılar öğretmeni. Çatıda ne yaptığını bile sormadılar. İl müdürü, ters ters baktı öğretmene. Durumu anlayan araç şoförü, İl müdürünün tavana baktığı bir anda, müdür yetkili öğretmeni tutup kolundan geri doğru çekti. Sonrada kulağına;
“Kıyafetiniz mevzuata uymuyor. Takım elbiseni giy gel. Kravatta tak hocam,” deyince, genç öğretmen şaşırdı. Böyle bir hareket beklemiyordu. Gitti, temizlendi, takım elbise giyip kravat taktı. Sonra temiz ellerini, sıktı müdürlerin. Sonra, sadece baktılar, sağa sola. Öğrenci sayısını alıp gittiler. Genç öğretmen, öğretmenliğinin ilk yılında büyük bir hayal kırıklığına uğradı. O çatıyı onaran birisi olarak, kendisine, “kolay gelsin” diyebilecek, halini anlayacak birisini aramıştı. Yoktu öyle birileri. En iyi öğretmen, takım elbise giyip kravat takan, emirleri harfiyen yerine getiren öğretmendi. Öğrenci sayıları önemliydi. Okulun hali vaziyeti önemli değildi. Öğretmenin yapayalnız, zorluklara direnmesi hiç önemli değildi. Gittiler, araçlarına binip. Baktı öğretmen araca binenlere. Müdürlerin aracın kapılarını açmaya bile güçleri yoktu. Kibir yüklüydü yeni müdürler. Araç şoförü açıp bindiriyor, yerinde indiriyordu yeni anlayışın müdürlerini.
Öğretmen, kıymetli misafirler gidince, yine çıktı çatıya. Bu defa takım elbiseli olarak, kravatı da havalıydı. Havadar çatıda düzeltebildiği kadar düzeltti çatıyı. Belki yeni bir yetkili gelirdi. Kılık kıyafete uymamaktan ceza alabilirdi. Ne olur ne olmazdı. Öğretmen her zaman hazır olmalıydı, takım elbiseli ve de kravatlı. 
Bitirmişti işini. İlk yağmurda test işi kalmıştı. Elindeki keseri, okul bahçesine fırlatıp pattı, sert bir şekilde. Belini doğrultup, dimdik durdu çatıda, baktı şöyle bir etrafa. Sonra aklına damdaki kemancı geldi. Şimdi bir kemanı olsaydı, bir yalnızlık şarkısı çalsaydı. Çığlık çığlığa söyleseydi şarkısını. Vicdanı rahattı yaptıklarından. Sadece ilk defa gördüğü siyah plakalı kişilerden rahatsız olmuştu. Aynı camianın insanları olarak, aynı telden değildi şarkıları. Türküleri hiç yoktu.
 Şimdi suyu olmayan köyde, yarın için yapacağı önemli bir işi vardı. El arabasıyla, çay yatağından, naylon çantalarla su getirmek. Bu suyu hem kendisi içecekti, hem de öğrencileri. Takım elbisesini kravatını çıkarmadan suya gitti. Bir makam aracını kullanır gibi el arabasını kullanıp suyu getirdi.

Unuttu mu öğretmen o günleri? Asla unutmadı.
Kırk yıllık öğretmen olarak hala o çatıdaki günün hatırası canlı duruyor onda. Çevresinde, bir çiviyi çakamayan, keser ve tornavidayı tanımayan öğretmenleri görüp şaşırsa da yapacağı bir şey yok.
O köy Enstitülerinin, “iş için, iş içinde eğitim” ilkesine inanmış bir öğretmendi o yılarda. Hala da o misyonun öğretmeni, bu yıllarda.
 “Armut piş, ağzıma düş” diye düşünen, üretimden uzak bir anlayışın içinden gelen müdürler çıkmıştı karşısına. Köy enstitüleri kapatılmış, entelektüel boyutu olmayan, üretimden uzak, yaparak yaşayarak ilkesini benimsemeyen, sadece koltukları dolduran insanların eline kalmıştı eğitim.
“Eğer ben Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'un müdürlüğü sırasında bir öğretmen olsaydım,” bu hareketimin ödülü ne olurdu? Sorusunun cevabını biliyordu bu öğretmen.
Hala da biliyor.
Şuayipodabasi…
24 Kasım 2016/Kepez/Çanakkale

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

YKS KİTAPLARI Nazilli Haber