15 Ay Boyunca Bir Adada Mahsur Kalan Altı Çocuğun Hikayesi

Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!

Yüzyıllar boyunca batı kültürüne insanların bencil yaratıklar olduğu fikri nüfuz etmiştir. İnsanlığın bu alaycı imajı film ve romanlarda, tarih kitaplarında ve bilimsel araştırmalarda ilan edilmiştir. Ancak son 20 yılda olağanüstü bir şey oldu. Dünyanın dört bir yanından bilim adamları daha umutlu bir insanlık görüşüne geçtiler. Bu gelişme hala o kadar genç ki farklı alanlardaki araştırmacılar birbirlerini bile bilmiyorlar.

Bu daha iyimser görüş ile ilgili bir kitap yazmaya başladığımda, kitapta mutlaka ele almam gereken bir hikaye olduğunun farkındaydım. Hikaye, Pasifik Okyanusu’ndaki ıssız bir adada geçiyor.

Bir uçak düşer. Kazanın ardından hayatta kalanlar, ne kadar şanslı olduklarına inanamayan bir grup İngiliz oğlan çocuğudur. Kilometreler boyunca görünürde kumsal, deniz kabuğu ve sudan başka bir şey yoktur. Ve daha da iyisi, etrafta hiç yetişkin olmamasıdır.  

Çocuklar adadaki ilk günlerinde kendi aralarında bir demokrasi kurarlar. Ralph adlı çocuk grubun lideri seçilir. Atletik, karizmatik ve yakışıklı bir çocuk olan Ralph’in oyun planı basittir: 1) Eğlenin. 2) Hayatta kalın. 3) Gemilerin dikkatini çekmek için duman işareti verin. İlk kural başarıyla yerine getirilir. Diğerleri içinse aynı şey söylenemez. Çocuklar ateşle ilgilenmek yerine gülüp oynamakla geçirirler vakitlerini. Çok geçmeden yüzlerini boyamaya başlarlar. Kıyafetlerini çıkarıp atarlar. Çimdiklemek, tekmelemek ve ısırmak gibi şiddet dürtüleri geliştirirler. 

İngiliz bir deniz subayı karaya ayak bastığında, ada yanıp tutuşan çorak bir araziye dönüşmüştür. Çocuklardan üçü ölmüştür. Subay, “Bir grup İngiliz çocuğun durumu bundan daha iyi idare edebileceğini zannederdim,” der. Bunun üzerine Ralph, gözyaşlarına boğulur. Kitapta bu sahne “Ralph, masumiyetin bitişine ve insan yüreğinin karanlığına ağladı.” diye tasvir edilir. 

Aslında bunların hiçbiri yaşanmadı. İngiliz bir okul müdürü olan William Golding, 1951 senesinde uydurdu bu hikayeyi. Sineklerin Tanrısı adlı eseri sonraları on milyonlarca satacak, 30’dan fazla dile çevrilecek ve 20. yüzyılın en önemli klasiklerinden biri olarak övgüyle anılacaktı. Geriye dönüp bakıldığında, kitabın başarısının sırrı ortada. İnsanlığın en karanlık derinliklerini tasvir etme konusunda ustaca bir yeteneğe sahipti Golding. Yeni nesil, İkinci Dünya Savaşı’nın vahşeti için ebeveynlerini sorgularken, 1960’ların zeitgeist’ı (ruhu) da Golding’in yanındaydı elbette. Bilmek istiyorlardı: Auschwitz gerçekten de bir istisna mıydı, yoksa her birimizin içinde saklanan bir Nazi mi var?

Sineklerin Tanrısı’nı ilk okuduğumda ergenlik çağındaydım. Kitap bittiğinde hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum, ancak o zamanlar Golding’in insan doğası hakkındaki görüşlerinden şüphe etmek aklıma bile gelmemişti. Bu, yıllar sonra yazarın hayatını araştırmaya başlayıncaya dek gerçekleşmedi. Onun ne kadar mutsuz bir insan olduğunu öğrendim: Alkolik ve depresyona yatkın. “Nazileri her zaman anlamışımdır,” diye itiraf ediyordu Golding, “Ben de o türden biriyim/benim tabiatım da o türden.” Sineklerin Tanrısı’nı yazma sebeplerinden biri olarak, “kendini bilmenin üzüntüsü”nü gösteriyordu. 

Merak etmeye başlamıştım: Issız bir adada tek başlarına kalsalar gerçek çocuklar ne yapardı, hiç kimse incelemiş miydi? Bu konu üzerine bir makale yazdım. Makalede Sineklerin Tanrısı ile modern bilimsel anlayışları karşılaştırdım ve her durumda çocukların çok farklı davranacağı sonucuna vardım. Okuyucular şüpheci tepkiler verdiler. Araştırmamdaki tüm örnekleri evdeki, okuldaki veya yaz kampındaki çocuklar oluşturuyordu. Böylece gerçek hayatta yaşanmış bir Sineklerin Tanrısı hikayesi arayışım başladı. İnternette bir süre gezindikten sonra, pek bilinmeyen bir blog sitesinde oldukça dikkat çekici bir hikayeye denk geldim: “1977 yılında bir gün, altı çocuk Tonga’dan balık avı yolculuğuna çıkar… Büyük bir fırtınaya yakalanan çocuklar, ıssız bir adada karaya otururlar. Ne yapar bu küçük kabile? Asla tartışmamak için bir anlaşma yaparlar.”

Yazıda hiçbir kaynak gösterilmemişti. Ancak bazen ihtiyacınız olan tek şey biraz şanstır. Bir gün bir gazete arşivini gözden geçiriyordum, aradığım yılı yanlış yazdım ve işte oradaydı. İnternetteki hikayede 1977 yılına yapılan göndermenin bir yazım hatası olduğu ortaya çıktı. Avustralya gazetesi The Age’in 6 Ekim 1966 tarihli sayısının manşeti gözüme çarptı: “Tongalı kazazedeler için Pazar yayını”. Haber, üç hafta önce Pasifik Okyanusu’nda bir ada grubu olan Tonga’nın güneyindeki kayalık bir adacıkta bulunan altı oğlanla ilgiliydi. Çocuklar bir yıldan fazla bir süre ‘Ata adasında mahsur kaldıktan sonra Avustralyalı bir deniz kaptanı tarafından kurtarılmıştı. Makaleye göre kaptan, oğlanların başından geçen maceranın yeniden canlandırılması için bir televizyon kanalıyla bile anlaşmıştı. 

Aklımda birçok soru vardı. Çocuklar hala hayatta mıydı? Televizyon görüntülerini bulabilir miydim? Ancak en önemlisi, bir ipucuna sahiptim: Kaptanın adı Peter Warner’dı. Onu araştırırken şansım bir kez daha yaver gitti. Avustralya’nın Mackay kentine ait yerel bir gazetenin son sayısında şu başlığa rastladım: “50 yıllık arkadaşlık”. Başlığın yanında basılan, biri kolunu ötekinin etrafına dolamış şekilde gülümseyen iki adamın küçük bir fotoğrafıydı. Makale şöyle başlıyordu: “Lismore yakınlarındaki Tullera’da yer alan bir muz tarlasının derinliklerinde, alışılmadık bir çift arkadaş oturuyor… Büyük olan 83 yaşında ve zengin bir fabrikatörün oğlu. 67 yaşındaki arkadaşı ise kelimenin tam anlamıyla doğanın çocuğu.” İsimleri ne mi? Peter Warner ve Mano Totau. Peki nerede tanışmışlar? Issız bir adada.

Eşim Maartje ile Brisbane’de bir araba kiraladık ve yaklaşık üç saat sonra hiçliğin ortasındaki konumuyla Google Maps’e meydan okuyan varış noktamıza ulaştık. Ve işte oradaydı, 50 yıl önce altı kayıp çocuğu kurtaran adam Kaptan Peter Warner, toprak yolun kenarındaki alçak bir evin önünde oturuyordu.


Peter, bir zamanlar Avustralya’nın en zengin ve güçlü insanlarından biri olan Arthur Warner’ın en küçük oğluydu. 1930’lu yıllarda Arthur, o zamanlar ülkenin radyo piyasasına hakim olan Electronic Industries adlı büyük bir imparatorluğun başındaydı. Peter, babasının izinden gitmesi için yetiştiriliyordu. Ancak bunun yerine, 17 yaşındayken evden kaçtı ve macera arayışıyla soluğu denizlerde buldu. Sonraki birkaç seneyi Hong Kong’dan Stockholm’e ve Şangay’dan St. Petersburg’a yelken açarak geçirdi. Beş yılın ardından nihayet eve dönen kayıp oğlan, babasına büyük bir gururla kaptanlık sertifikasını takdim etti. Buna karşılık oğlundan etkilenmeyen Arthur, ondan işe yarar bir meslek öğrenmesini talep etti. Peter, “En kolayı hangisi?” diye sorduğunda babası, “Muhasebecilik,” diye yalan söyledi.

Peter babasının şirketinde çalışmaya başladı, ancak deniz hala onu çağırıyordu. Fırsat buldukça kendi balıkçı filosunu tuttuğu Tazmanya’ya gidiyordu. 1966 yılının kışında yolunu adaya düşüren de bu oldu. Eve dönerken rotasından biraz saptı ve onu işte o zaman gördü: Masmavi denizde minik bir ada, ‘Ata. Bu küçük ada bir zamanlar yaşam doluydu, ta ki 1863’ün karanlık bir gününde, ufukta görünen bir köle gemisi adadaki yerlilerle birlikte uzaklara yelken açana dek. O gün bugündür ‘Ata terk edilmişti – lanetlenmiş ve unutulmuştu.

Ancak Peter tuhaf bir şey fark etti. Dürbününden bakarken yeşil renkteki kayalıklarda yanmış toprak parçaları olduğunu gördü. Bundan 50 yıl sonra, “Tropik bölgelerde, yangınların kendiliğinden başlaması alışılmadık bir durumdur,” diye açıkladı bize. Ardından bir oğlan gördü. Çocuk çıplaktı. Saçları omuzlarına geliyordu. Bu vahşi yaratık kayalıktan atladı ve suya daldı. Onu avazı çıktığı kadar bağıran daha fazla oğlan takip etti. İlk çocuğun Peter’ın teknesine ulaşması uzun sürmedi. Mükemmel bir İngilizce ile “Adım Stephen,” diye haykırdı çocuk. “Altı kişiyiz ve 15 aydır burada olduğumuzu düşünüyoruz.”

Tekneye binen çocuklar, Tonga’nın başkenti Nuku’alofa’daki bir yatılı okulun öğrencisi olduklarını söylediler. Okuldaki yemeklerden bıkan çocuklar bir balıkçı teknesiyle denize açılmaya karar vermişler ve fırtınaya yakalanmışlar. Peter hikayenin inandırıcı olduğunu düşündü ve telsizi aracılığıyla Nuku’alofa’yı arayarak santral görevlisine “Yanımda altı çocuk var,” dedi. “Bekleyin,” cevabını aldı. Yirmi dakika geçti (Peter hikayenin bu kısmını anlatırken gözleri doldu.). Ve nihayet, ağlayan görevli telsize konuştu: “Onları buldun! Bu çocukların öldüğünü düşünüyordu herkes. Cenazeleri bile yapıldı. Eğer gerçekten onlarsa, bu bir mucize!” 

Takip eden aylarda, Ata’da olup bitenleri olabildiğince kusursuz bir şekilde kayda almaya çalıştım. Peter’ın hafızası mükemmel çıktı. 90 yaşında olmasına rağmen, anlattığı her şey birincil kaynağım Mano’nun verdiği bilgilerle tutarlıydı. O zamanlar 15 yaşında olan ve şimdi 70’ine merdiven dayamış Mano, Peter’a birkaç saat mesafede yaşıyordu. Mano bize, Haziran 1965’te başlayan gerçek Sineklerin Tanrısı’nı anlattı. Kahramanlar altı çocuktu – Sione, Stephen, Kolo, David, Luke ve Mano – ve hepsi Nuku‘alofa’daki katı bir Katolik yatılı okulunda öğrenciydi. En büyüğü 16, en küçüğü 13 yaşında olan çocukların ortak bir noktaları vardı: Sıkıntıdan patlıyorlardı. Böylece bir kaçış planı yaptılar: 800 km uzaklıktaki Fiji’ye ve oradan da belki Yeni Zelanda’ya kaçacaklardı. 

Tek bir engel vardı. Hiçbirinin teknesi yoktu. 

Devam edecek…

Çeviri: Zeynep Topal

Kaynak: https://www.theguardian.com/books/2020/may/09/the-real-lord-of-the-flies-what-happened-when-six-boys-were-shipwrecked-for-15-months?fbclid=IwAR0Db_-mLEjVTmS8PI0snV6vFfwNC8ImYp4mXDezEJL12-xcWCQNN91C-Ks

fotoğraf: William Golding’in Sineklerin Tanrısı kitabının 1963 yıllı film uyarlamasından bir kare. Fotoğraf: Ronald Grant
fotoğraf: Sineklerin Tanrısı’nın 1963 tarihli film uyarlamasında “vahşilik”. Fotoğraf: Ronald Grant

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

YKS KİTAPLARI Nazilli Haber