Eskiler, eş dost, akraba arkadaş ziyareti için memlekete dönüşe sıla-i rahim derlerdi. Unutulmaya yüz tutan nice güzelliklerimizden biriydi bu. Türk kültüründe ve İslam inancında çok değer verdiğimiz aile bağları ve akraba dayanışmasının en güzel örneğiydi. Bereket ve rahmettir sıla-i rahim. O inançla, bulduğum ilk fırsatta memleketimin yolunu tutarım. Tebdil-i mekanda ferahlık vardır demiş atalarımız.
Memleket dediğimde Edirne’dir, Uzunköprü’dür kastettiğim. Memleket havası başkadır. Nazım Hikmet'in Saman Sarısı şiirinde dediği gibi; “iki şey var, ancak ölümle unutulur; anamızın yüzüyle, şehrimizin yüzü.” O şehir Uzunköprü’dür benim için. Doğduğum ve doyduğum ve dahi ömrümü verdiğim şehir.
Bu seferki yolculuğumda eski hatıralar canlandı gözümde. Ulaşım şimdiki gibi kolay değildi çocukluk, hatta gençlik yıllarımda. Daha öncesini tahmin etmek de zor değil kendi yaşadıklarımı göz önüne getirdiğimde. Üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Evimden uzun süreli ilk ayrılışım üniversite okumak için olmuştu.
Trakya Otogarı Topkapı’daydı. Otobüs veya tren fark etmiyor ,eskiden Uzunköprü-İstanbul arası en az beş altı saatlik bir yolculuğu göze almak demekti. Ergene ve Akbulut adında iki otobüs firması vardı ilçemizde. DAF veya Magirus marka otobüslerin kocaman motorları öndeydi. Şoförün hemen yanı başında hazine sandığını andıran, büyük bir homurtu ve sarsıntıyla çalışan motorun üstü masaj koltuğu gibiydi. Motorun iki yanındaki koltuklar bazı Belediye otobüslerinin ön koltukları gibi birbirine bakıyordu.
Eskiydi otobüsler. Bazen yağmur dışarıda diner, içeride şıp şıp damlamaya devam ederdi. Şemsiye açan da var mıydı, doğrusu onu tam bilemiyorum. Bir seferinde tavandan akan damlalara ekşi bir koku da eşlik edince muavinle yolcular arasında bir tartışma başlamıştı. Üst bagajda yana devrilen bir bidonun çatlak kapağından sızan turşu suyuymuş akanlar. O iki yolcu söylene dursun, diğerleri neredeyse gülme krizine tutulmuşlardı. O bagajı, belki mahcubiyetten, kimse sahiplenmemişti. Muhtemelen turşular muavine meze olarak kalmıştı.
Trafik polislerinin şoför argosundaki adı “aynasız” idi. Zaman zaman, sotadaki trafik arabasını görmese de polisi uzaktan fark eden kaptanın bir işareti ve “ sin kaşif, tehlike var, çökün!” komutuyla ayakta olanlar hemen oldukları yere çökerdi. Ne hikmetse polis pek içeri girmez, dışarıdan dolaşarak bakar, fazla yolcuları göremez, pardon görmezdi! Ruhsatı alan kaptan trafik aracından, ceza yazılmışsa söylenerek ,ama genellikle neşeyle döner, koltuğuna oturur oturmaz ilk işi gazlı çakmağın “ çakk! ” diye açılan kapağıyla birlikte parlayan alevinde sigarasını yakmak olurdu. Neredeyse yolcuların da yarısının sigara içtiği yıllardı. Duman altı olurduk hep birlikte. Çok şükür kurtulduk o ilkellikten.
Lüleburgaz ve Çorlu molalarında seyyar satıcıların birisi elindeki simit, ekmek arası köfte veya lahmacun tablasıyla girer, diğeri de bir yolcu gibi sessizce arka kapının yanındaki boş bir koltuğa otururdu. Satıcı ,”var mı isteyen, taze, sıcak, şimdi çıktı fırından!” diye seslenince, arkadaşı en arkadan ayağa kalkıp “ Abi kaptan geliyor, otobüs hareket etmeden çabuk bana dört tane versene!” diye seslenince, bunu duyan yolcular, sanki kendilerine kalmayacakmış gibi ayaklanırlar, birer ikişer almak için adeta yarışırlardı. Otobüs hareket ederken en sonunda arka kapıdan ikisi birlikte iner, lahmacun kokusu bizimle beraber seyahat ederdi. Ne günlerdi be.
Bir de askerlik yıllarımda uzun süreli ayrılıklar yaşamıştım. Ankara Mamak’ta dört ay, Erzurum’da bir yıl Edirne’mden uzaktaydım. İstanbul Erzurum arası otobüsle 25 saatti. Otobanı bırakın bölünmüş yol bile çok azdı. Araçlar bugünküler gibi konforlu değil, yolculuklar zahmetliydi. Uzun yolculuklarda koltukların arkasındaki küllükler izmaritle dolardı. Bozuk ve bakımsız yollarda yeni alınan araçlar da çabuk eskiyordu.
Ama her türlü zahmete katlanmaya değerdi. Çünkü memleket demek annem demekti, babam demekti. Orada kardeşim vardı, amcalarım, dayılarım, teyzelerim, kuzenlerim, yeğenlerim vardı. Akrabadan yakın bellediğim güzel komşularım, candan aziz bildiğim arkadaşlarım vardı. Ecdadımın ruhu yaşıyordu o toprakta. Balkan havasını teneffüs etmişsen bir kere damardan bağlanırsın o serhat diyarına.
İki yıldan beri İstanbul’dayım. Oğlum Orkun Yazılım Mühendisi oldu. Kızım Gülse Psikoloji okuyor. İstanbul bir kültür kenti. Kültür sanat etkinlikleri yönünden çok zengin. Yorgunluktan yetişemiyorum her birine. Mutluyuz burada. Ama kızımın sömestre tatilinde yine Uzunköprü yolundaydık. Üstelik bölünmüş yollarda, otobanda, otomobille kilometrelerce gitse de yorulmuyor insan. Artık her şey çok rahat, ulaşım zahmetsizce. Uzaklar yakın oldu teknoloji sayesinde. Ama neylersin ki akrabalıklar, dostluklar ırak artık. Bırakın akrabayı, kardeşler birbirini arayıp sormaz oldu ahir zamanda. Çarpık sanayileşme, iş ve ekmek için kimimizi başka ülkelere, kimimizi başka kentlere hicrete mecbur etti. Gurbete giden kaybolup gidiyor yad ellerde.
Annem yok, babam yok nicedir biliyorum. Akrabalarımın çoğu birer birer eksildi dünyamızdan. Her gün artıyor yalnızlığım. O halde yine de özlüyor musun Uzunköprü’yü diye sorarsanız, cevabım nettir: hem de çok özlüyorum! Çünkü orada, babamın bana emaneti biricik kardeşim var. Beraber olmak, insan ruhuna ferahlık veriyor. Moralin bozuk olduğunda, kardeşin nefes almanı sağlar. Gözünden akan yaşa ortak olarak kaç kişi var ki kardeşten başka. O nedenle sıla-i rahimi ihmal etmeyin dostlar.