Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Tarih 30 Ekim 1925. Ahmet Ağaoğlu Bey Hakimiyeti Milli’ye gazetesinde yazar:
Geçenlerde bahçemde kuyu kazan bir köylüye sordum:
-Şapka giyeceksin!
-Evet, giyeceğim.
-Neden?
-Gazi Paşa emretmiştir.
-Etsin ne olur?
Köylü vatandaş beni baştan aşağı hayretle süzdü, “Etsin ne olur? Olur mu efendim? Gazi Paşa olmasaydı ben senin bu kuyunu kazabilir miydim? Bizi kurtaran O’dur. O ne emrederse yapacağız!.. Ben bu bağlılık ve sadakatin bu derecesine hayran oldum. Onu daha iyi anlamak için konuşmayı sürdürmek için sordum.
- " Yalnız Gazi mi yaptı?.. Millet olmasaydı Gazi Paşa tek başına ne yapabilirdi? "..
-O sözün doğru efendi. Ulus gayret etti. Fakat Gazi Paşa yürüttü… Gazi Paşa olmasaydı millet kendi başına yürüyemezdi efendi!
Kaynak: Nazmi Eğdirici, Atatürk’ün Kılık Kıyafet-Şapka Devrimi ve İnebolu, s. 102
Tarih dersinde Atatürk, dersini anlatıp bitiren öğrenciye sordu: "Bir şeyi söylemeyi unuttun. Türk Milleti'ni kim kurtardı?"
Öğrenci şu cevabı verdi:
"Atamız kurtardı."
Atatürk bu cevabı kabul etmedi.
"Hayır çocuğum, Türk Milleti'ni kendi kanı kurtardı." dedi.
- H.Yücebaş, Atatürk'ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul, 1983, s. 63
On Altıncı Kolordu
Şehzade Vahidettin ile yapacağı yolculuğun Almanya’yı tanıma açısından faydalı olacağı düşüncesi ile geziye katılmıştır. Vahidettin ile Atatürk’ün yolculuğu olumlu bir şekilde geçmiştir. Alman askeri çevrelerinde incelemeler yapan Atatürk, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla da görüşmüştür.
Türk heyetini kabulü sırasında Napolyon pozuyla hareket eden İmparator II. Wilhelm, sıra Atatürk’e gelince diğer elini uzatarak yüksek sesle “Onaltıncı Kolordu!” diye bağırmıştır. II. Wilhelm Almanca olarak Atatürk’e “Siz, 16. Kolordu Komutanlığını ve Anafartaları düşmana vermeyen Mustafa Kemal değil misiniz?” diye sormuştur. Atatürk’de düzgün Fransızcasıyla, öyle olduğunu ifade etmiştir.
Alçakgönüllülük
Atatürk’ü, 1938 Gençlik ve Spor Bayramı günü, son defa, 19 Mayıs Stadyumu’nda gördüm. Şeref tribünü kapısında –o zaman küçük bir çocuk olan kızıma– o günün anısı olan rozetini taktırmayarak bir şeyler söylüyordu. Zayıf ve yorgundu.
Kızımdan Atatürk’ün kendisine neler söylediğini sordum:
— “Rozette resmim varmış, nasıl takarım?” dedi.
Zeki ve alçakgönüllü Atatürk rozetteki resmi görmüştü. Bu, O’nun stadyuma ilk ve son gelişi, sanki gençliğe vedası oldu.
Bir Kuş Gibiydim!
Mütareke Komisyonu, Samsun civarındaki Rum köylerini Türklerin tecavüzünden korumak kanun ve düzeni sağlamak için önlem alınmasını istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Dahiliye Nazır Vekili Mehmet Ali Bey’in görüşünü sormuş, O da bölgeye güvenilir bir subayın gönderilmesini önermiştir.
Damat Ferit bu işi yapabilecek subayı sorduğunda, Mehmet Ali Bey Mustafa Kemal’in ismini vermiştir. Damat Ferit birden karar verememişti. Mustafa Kemal’den biraz kuşkulanırdı. Ancak bu görev O’nu İstanbul’dan uzaklaştırmak için iyi bir fırsat sayılabilirdi. Mehmet Ali Bey ikisini bir yemekte karşı karşıya getirmiştir. Mustafa Kemal bu yemekte iyi etki bırakacak şekilde davranmaya dikkat etmişti.
Kısa bir süre sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa kendisini çağırtarak Samsun civarına gitmekle görevlendirildiğini bildirmiştir. Mustafa Kemal görev belgesini aldığında çok heyecanlanmıştı. Düşman sandığı adamlar, ruhları bile duymadan ona yardımcı olmuşlardı. Sonradan bu halini “Kafes açılmış, önümde bir alem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiyim.” diye anlatır.
Gömüleceği Yer
O’nun kabri Ankara’da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O’ nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara’ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi’nden İstasyon’a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya’daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk’ün etrafında toplananlar arasında, O’nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. “Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” dedikten sonra “Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın.” demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, “İyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem.” Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: “Bunu unutma!” demişti.
Hamdolsun, İstanbul’u Kurtardık!
Atatürk istifasının ertesi günü Müdafaa-i Hukuk Erzurum şubesi başkanlığına seçilmiştir. Böylece İstanbul ile bağlarını koparmıştır. Atatürk’ün askerlikten istifası üzerine başta Kazım Karabekir olmak üzere bütün ileri gelen subaylar, kendisinin emrinde olduklarını belirtmişlerdir. Atatürk, Kazım Karabekir Paşa’yı kucaklamış, teşekkür etmiştir.
Rauf Bey onu hiç bu kadar heyecanlı görmemişti. Yalnız bir kez o da Anafartalar savaşından sonra kendisine “Hamdolsun İstanbul’u kurtardık!” dediği zaman böylesine heyecanlanmıştı. Şimdi durumu sağlamlaşmış, kendisine güveni geri gelmişti. Doğudaki kuvvetlere güvenebilirdi. Yurdun her tarafına telgraflar göndermeye başladı. Kazım Karabekir Paşa bunlara sadece usule uysun diye imza atıyordu.
Sokak Çocuğu
Atatürk’e, düşmanlarından bir bayan, bir yabancı gazetede (sokak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermişti. Bir gün Yat Kulüp’te Atatürk, arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki:
– “Bana sokak çocuğu diye yazmış. Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi’den Harp Okulu’na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi vardı? Bana (zalim) diyormuş. Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim daha büyüktür. Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim…” demişlerdir.
Vatanın Bir Karış Toprağı…
Yunanlılar 13 Ağustos 1921’de yeniden hücuma geçmişlerdi. Hedef Ankara’yı ele geçirmekti. Halide Edip Adıvar’ın Atatürk’e “Eğer düşman Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?” diye sorması üzerine, Atatürk korkunç bir kaplan gibi gülmüş ve “Güle güle beyler! derim. Arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederim.” demiştir.
Atatürk’ün emri altındaki cephe aşağı yukarı yüz kilometre uzunluktaydı. Atatürk, savaşın kırıtik bir noktasında, subaylara şunları söylemiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.”
Köylü Milletin Efendisidir!
Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Ünaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi’nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut’la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, “Ne dersin?” diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç… Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:
– Bu memleketin efendisi kimdir?
Düşündüm. Karşılığı o verdi:
– Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti:
– Türk köylüsü “Efendi” yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!
Mutsuz Lider
Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:
– “Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum.” dedi.
O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.
Harf Devrimi
Yeni Türk alfabesinin ilk biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, Komisyonun en aşağı beş yıllık bir geçiş dönemi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler önce birer sütunlarını yeni harflere ayıracaklar, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, sonunda bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Okullar için de buna benzer basamaklı yöntemler düşünmüştük.
Dikkatle dinledikten sonra bir daha sordu:
– Demek beş yıl düşündünüz?
– Evet!
– Üç ay! dedi.
Donakaldım, üç ay! Üç ay içinde bütün memleket yayını Lâtin harfleriyle değişecekti. İlâve etti:
– Ya üç ayda uygulayabiliriz, yahut hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın başlar gibi başlamaya zorunlu kılarız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa attığımız adımları da geri alırız.