Hasan Tülüceoğlu
Osmanlı devletinin öncelikle askeri alanda başlattığı batılılaşma çalışmaları, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde başlangıcından farklı noktalara evrilmişti. İlk dönem batılılaşma sürecinde Osmanlı devlet erkan ve münevveri ile ondokuzuncu yüzyılın sonu garplılaşma sürecinde Osmanlı devlet ricali ile aydını bariz şeklide birbirinden konuya, bakış, görüş, düşünüş açısından farklılıklar arz ediyordu. Osmanlıyı ve genel anlamda doğu ile batıyı anlama, algılama, mukayase ve değerlendirmede ilk dönem osmalıların yaklaşımını kadim kültürlerini daha iyi bilme ve özümsemeleri açısından daha gerçekçi ve sağlıklı buluyoruz. Burada en güzel örnek olarak Ziya paşayı verebiliriz.
Ondokuzuncu yüzyılın özellikle ikinci yarısında batıda dolayısıyla Fransa'da pozitivizm görüşü hakimdir. Auguste Comte'un sistemleştirdiği pozitivizm, özellikle dini kaynaklı bilgileri doğru bilgi olarak kabul etmez. Bilginin gerçekliği olmalı ve bir deneyle kanıtlanmalıdır. Comte de zaten sosyolojiyi deneylerle kanıtlama gayretindedir. Geleneksel olarak anlatıla gelen her türlü bilgi ve öğreti ile dinin va'z ettiği hiçbir esas ve bilgiyi kabul etmez. Bunların maddi bir gerçekliği olmadıkça, doğada bir olgu, bir deneyle kanıtlanmadıkları sürece doğrulukları kabul edilemez. Tek gerçek, var olan, elle tutulup gözle görülen maddi varlık ve esaslardır. Bilgi, olgu ve gerçekler bir deneyle maddi olarak ispatlanmalıdır.
Batıdaki bu akımın eğitim için garba gönderilen son dönem Osmanlılarda yansıması ilk dönemdekilere göre kat be kat olmuştur. Dini dışlamanın da ötesinde dini kabullenmemeye evrilen bir yaklaşımı doğurmuştur. Batıda deneye vurgu yapılırken onlar özellikle maddeyi ve maddiyatçılığı öne çıkarmışlardır. Bir şey elle tutulup gözle görülebiliyorsa o vardır, aşikar gerçekliktir. Aksi durumda gerçeklik yoktur. Bu noktada dinin esası olan Tanrı inancı bile zorlanmaya başlanmıştır.
Esasen Osmanlıyı garplılaştıran ikinci Abdulhamid'in batı eğitim sisteminde açtığı okullarda malesef genel yaklaşım ve anlayış bu noktadaydı.
Dini tabanlı Osmanlı toplum anlayışı ile bunun sonuç verdiği sosyal oluşumlar, ilmiye sınıfı, tekke ve zaviyeler, vakıflar gibi kurum, kuruluş ve fert bazında temsİlci olarak imam, müftüler, batı tedrisatı görmüş, bilimsel olarak bir anlamda aydınlanmış bu yeni batıcıların tayf tayf saldırılarına maruz kalacaklardı.
Batı tedrisatı görmüş Osmanlılar esasta bir açıdan halklılardı. Yüzyıllardır din ilimlerine yeni bir yorum getirememiş ilmiye güruhu bilinenleri tekrar ede ede zamanla kısırlaşmış hatta yozlaşmıştı. Toplumun dini alt yapısını şahsi çıkarları için kullananlar yaygınlaşmıştı.
Osmanlı aydınlanmacıları, bu yanlış ve yozlaşmış uygulamaları esas alarak esasta dine saldırıyorlar; toplumun dini veri tabanını sarsmaya çalışıyorlardı. O günkü gidişat ve ortamada farklı kesimlerin bir araya gelip yanlış ve eksikleri tartışıp düzeltme yaklaşım imkanları da yoktu. Ve asırlara hükmetmiş Osmanlı toplum yapısı yavaş yavaş sarsılmaya başlayacaktı.
Bu noktada batılı eğitim görmüş, aydınlanmış dindarlar, henüz batıyı yerli yerinde tanıyamamışken bahsettiğimiz saldırılar karşısında dini ve dini değerleri savunma konumuna ister istemez düşmüşlerdi. İstiklal marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu kulvarda edebi alanda vereceğimiz en güzel örmektir. İsmail Fenni Ertuğrul gibi alim ve bilginler de pozitivist iddialara bilimsel olarak cevap vermeye çalışmışlardır. İsmail Fenni Ertuğrul'un bu savunma ve cevapları gayet bilimsel ve dolayısıyla etkilidir. Ancak dindar kesim bizce ondan gerektiği gibi faydalanamamıştır. Bugün bile kendini dindar diye ifade edenlerin bir çoğu bu değerli alimimizi maalesef pek bilmezler.
Batılı tarzda aydınlanmış diğer bazı Osmanlı alim ve münevverleri dönemlerinde saldırılara karşı din ve dini değerleri koruma ve savunma gayretinde çalışmalar yapıp eserler vermişlerdir.
Belirttiğimiz üzere batı tarzı eğitim görmüş dindar alim ve münevverler, batıyı yerli yerinde taınımaya, kendi toplumları ile batıyı mukayese etmeye yeterli imkan bulamadan bu yeni batı güruhuna karşı dini ve dindar toplumu savunma zorunlu konumunda bulmuşlardır kendilerini.
Başka yazılarımda da ifade ettiğim üzere bu savunma konumu hep devam etmiş; en son gelinen noktada “elbet batılılaşalım, batının bilim ve tekniğini alalım ama ahlakını tevarüs etmeyelim”den öte gidilememiştir.
Başta Mehmet Akif olmak üzere üstat Necip Fazıl ile Sezai Karakoç'larda da hep bir savınma, sahiplenme, özlem, umut ve beklenti mevcuttur.
Bugünde bu kulvarda değişen fazla bir şey yoktur. Hatta kaymalar, sapmalar, savrulmalar söz konusudur.
Dindarlar olarak kendi dini bilimlerimizi bugün hala batılı İslam araştırmacılarından öğreniyorız. Dört başı mamur İslam tarihi kitapları malesef müsteşriklerin eserleri.
Sanat, edebiyat, sinema alanı keza aynı şekilde. Ha bu iş siyasal alanda olmaz; zira yozlaşma siyasal alanda başlamadı. Kültür, sanat, edebiyat alanında bugün hala dine ve dini değerlere saldırıları görüyoruz. Buralarda hem size hem dini değerlerinize saldırır; hem izletir hem okutur ve hem de alkışlatırlar.
İfade ettiğimiz üzere dindarlar hala kendi toplumumuzu ve batıyı gerektiği gibi tanıyıp yerli yerinde mukayese yapamamışlardır. Bu yapılmadığı, yapılamadığı sürece dindarların konumunda fazla bir şey değişmeyecektir. Bu değerlendirmenin, doğru okumaların yapılabilmesi için her iki dünyayıda çok iyi tanımış yüzlerce alim, bilgin, aydın ve münevvere ihtiyaç vardır.
Hiçbir şey tek sebebe indirgenemez her şeyde tek bir kşiden beklenemez.
Ah dindarlar çok ama çok zor işiniz.