Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Ortaokulun ilk yıllarıydı. Beşinci sınıfa yeni başlamıştım. Her çocukta olduğu gibi heyecan ve az da olsa kaygı vardı içimde. İlkokul öğretmenimden ayrılmış olmanın üzüntüsü ise hala taptazeydi. Okulun ilk günü çok güzel geçti. Öğretmenlerimizle tanıştık. Arkadaşlarımla tanıştım. Okulumuz ne çok büyük ne de çok küçüktü. Bahçesi kocamandı. Henüz Türkçe öğretmenimizle tanışma fırsatımız olmadı. İzindeymiş, okulun ikinci haftasında gelecekmiş. İki hafta hemen geçti. Türkçe öğretmenimiz dersimize girdi, tanıştık. O kadar mutlu olmuştum ki. Ayrı bir sempati duymaya başladım. O da beni çok sever devamlı saçlarımı okşardı. Zamanla ona öylesine alıştım ki. Türkçe dersinden hem 100 alırdım. Hatta sırf Türkçe öğretmenimin gözüne girmek için diğer derslerimde de çok başarılı olmuştum.
Ortaokul bittiğinde beni en çok üzen öğretmenimden ayrılmamdı. Aradan geçen yıllarda öğretmenimi hiç unutmadım. O benim için hem bir öğretmen hem de bir hedefti. Lise yıllarımda hep Türkçe öğretmeni olmak için çabaladım. Yıllar sonra üniversite bitip de göreve başladığımda hedefime ulaşmanın mutluluğu içerisindeydim.
İyi Bir öğretmen bence öğrencinin en büyük şansı. Ben öğretmenimi örnek aldım kendime. Her ne kadar bir çok zorlukla karşılaşsam da asla hedefimden dönmedim. Sizlerde her ne olursa olsun asla hedefinizden vazgeçmeyin. Ve asla öğretmenlerinizi unutmayın. Onları hep hayır ile anın. Unutmayın ki üzerlerinizde emekleri farkında olamayacağınız kadar çok.
Gözyaşındaki merhamet
Cumali Kalıp’ın Uşak’tan gönderdiği “Gözyaşındaki Merhamet” başlıklı hikâyeyi “Yola Düşenler” kitabından bir miktar kısaltarak paylaşıyorum. Kitapların tamamının elde edilip faydalanılmasını tavsiye ederim:
Yarın müfettişler gelecekti. Sabah öğretmenler odasında okul müdürü Mahmut Bey, heyecanla neler yapmalarını, neleri tamamlamalarını ve hazırlıklı gelmeleri gerektiğini anlatmıştı. “Aman arkadaşlar, demişti, yüzümü kara çıkartmayın, öğrencileri de haberdar edin.”
Mehmet’le birlikte geliyorduk okula. Heyecanlıydı. Müfettişlerin soru sormasından, soruyu bilememesinden, öğretmenin göstereceği tepkiden korkuyordu. “İnşallah sizin dersinizde teftiş görürüz hocam, matematik dersinde girerse yandık ki ne yandık!” Güldüm, birkaç dersten teftişin olacağını keşke söylemeseydim. Daha da endişelenmeye, korkmaya başlamıştı. “Rahat ol” dedim, ”rahat ol oğlum, bu korku niye?”
Mehmet, fakir bir aile çocuğuydu. Maddi anlamda fakirdi ama öyle bir gönül zenginliğine sahipti ki… Onu bu yüzden çok seviyordum. Hem de pek çok… “Benim korkum öğretmenime… Bizim yüzümüzden laf duymasa bari…” Bir gün sonrası… İkinci ders saatiydi. İçeriye girmek üzereydik. İçeriye eli çantalı, asık yüzlü orta yaşlarda üç kişi girmişlerdi. Bunlar müfettişti. Önce okul müdürünün odasına girdiler. Birkaç dakika sonra bizim odamıza. Derslere hangi saatlerde gireceklerini söyleyip, ona göre hazır olmamızı istediler. Yarın, cuma günü de, burada olacaklar, teftişe devam edeceklerdi. Dördüncü saat… Türkçe dersi için yine 7/A sınıfındayım. Öğrencilere daha önce haber vermiş, müfettişin dersimize geleceğini bildirmiştim. Hafif bir “tık” sesi, açılan kapı ve içeriye süzülen müfettiş. Ben de heyecanlanmıştım. On yıla yakın mesleki tecrübem olmasına rağmen, kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Dua etmeye başlamıştım: “Allah’ım beni mahcup etme, zor durumda bırakma.”
“Hocam, siz devam edin.” “Olur, peki müfettiş bey.” Ben konuya devam ederken, müfettiş arka sıraya geçmiş, bir şeyler yazıp çiziyordu. Aradan yarım saate yakın zaman geçmişti. Müfettiş ayağa kalkarak: “Bir saniye hocam, bir saniye.” Sustum, müfettişe bakarak: “Buyurun” dedim “Buyurun müfettiş bey.” Yanıma geldi. Sınıfı kısa bir süre süzdü. Parmağıyla: “Sen dedi, sen kalk!” Bu, Meryem’di, sınıfın zayıf öğrencilerinden Meryem!.. “Sıfatlar hangi çekim eki alır?” Şaşırmıştım, sıfat ve çekim eki; olur şey değil. Böyle bir soru, hem de böyle bir öğrenciye… Meryem çaresiz gözlerle bana bakıyor, ben de Meryem’e bakıyorum. Sınıfta çıt yok. İçeride buz gibi bir hava… “Sen, evet sen, sen kalk” dedi, müfettiş. Bu sefer İsmail’e parmağını doğrultmuş, onu işaret etmişti. Güldüm içimden, sinirle karışık bir istihza gülüşüydü bu. Nerede iki yıllık öğrenci var, onları bulup kaldırıyordu. Adeta cımbızla çekip alır gibi zayıf öğrencileri seçip buluyordu. Sınıfta yine derin bir sessizlik… İsmail’in donuk, çaresiz bakışları… Başı öne eğilen sınıf öğrencileri, kızaran bozaran ben ve bir şahin edasıyla, avını yakalamanın engin hazzını tadan müfettiş… “Peki ya sen?” bu kalkan, kalkması istenen Mehmet’ti gönlü zengin kendisi fakir, çok fakir Mehmet… “Üzerine neden ceket giymiyorsun, okulun kurallarına uyman gerekmez mi? Bu halini sen beğeniyor musun?” Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Bunca yıllık tecrübesi olan bir müfettişin bir öğrenciye, durumunu sormadan araştırmadan, böyle demesi… Onun gururuyla oynaması, haysiyetini rencide etmesi olacak şey miydi? Mehmet ayakta kalmaya çalışıyordu. Vücudu tir tir titriyor, yüzünün ateşi bütün bedenini kaplıyor, dudaklarını bütün hırsıyla geviyor, kemiriyordu. “Böyle öğrencilik olmaz, çalışma desen yok, temizlik o da yok…” Zil çalmış, belki de asırlar süren bu işkence bitmişti… Bitmiş sanmıştım. Müfettiş hala konuşuyordu: “Bakın devlet sizin her birinize ne kadar çok para harcıyor, biliyor musunuz? Okuyup geleceğinizi kurtarmak için her birinize bir servet feda ediliyor. Böyle bir öğrenciyi ne ben isterim ne de öğretmeniniz ister, değil mi Cemal bey?” Söyleyecek kelime bulamamıştım. Müfettiş önde, ben arkada sınıftan çıktık. Göz ucuyla Mehmet’e baktım, hala ayakta duruyor ve titriyordu, tir tir titriyordu. Müfettiş bey, sonradan adını öğrenmiştim, benden alacağı cevabı sabırsızlıkla bekliyordu. Bu başarısızlığın ve sözde disiplinsizliğin tek sorumlusu beni görüyor, bunun bedelini ödetmek için fırsat kolluyordu. Başımı yerden kaldırdım. Gözlerinin içine bakarak: “O öğrencinin babası yok yetim; evin başka büyüğü de yokmuş. Amcası, onların durumu da iyi değilmiş, onlara yardım etmeye çalışıyormuş.” dedim. “Kurallar ne ise onu uygula” dedi, “Kurallar ne ise o, biz duygularımıza hissiyatımıza göre davranamayız.” Yutkundum. Birkaç saniye durakladım. “Ya merhamet? dedim. “Sizce insanlara acımak, onlara merhamet etmek icap etmez mi?” Bu gün bile kulaklarımda çınlayan ürkütücü kahkaha ile irkildim. “Mevzuatta merhamet yok. Başarı kurallarla elde edilir, merhametle değil…” Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti. Bir el, boğazıma sıkıca sarılmış, beni boğmaya çalışıyordu. “Merhamet olmadan bebek büyür, genç olur mu? Fidan, ağaç olur mu? Merhametle süslenmeyen resim, tablo haline gelir mi? İçinde merhamet olmayanın duygusu sevdaya dönüşür mü? Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kul, merhametsiz olur mu? Merhametsiz gönlün taştan farkı ne, söyler misiniz?” Müfettiş Kemal beyin yüzü birden asıldı. Öfkeden adeta mosmor kesilmişti. Buz gibi soğuk bir sesle: “Hoca, müspet ilim öğret öğrencilere, bunları değil” dedi. Hızla yanımdan uzaklaştı. Hem yürüyor hem de kendi kendine söyleniyordu… Ertesi gün. Sabah vakti. İlk derse az sonra gireceğiz. Müfettiş, bir başka sınıfta ikinci denetimini gerçekleştirecekti. Beni öğrenci gözünde küçük düşürmek için daha ne yapabilir, diye düşünüyordum. Mehmet sınıfta yoktu. İlk iki ders onlaraydı. Acaba dünkü olayın etkisinden kurtulamamış, ondan mı gelmemişti? Başından geçenleri annesine anlatmış, o mu göndermemişti? Acaba, acaba… Kafamda “acabalar” cirit atıyor, beynimi kemiriyordu. Düşüncelerimle boğuşurken zil çaldı, birinci ders bitmişti. İkinci saat de buradaydım. Sonraki saat 8/A sınıfına girecektim, teftişe tabi tutulacaktım. Sınıfa girdim. Mehmet gelmişti. Yüzü, çocukluğun verdiği bütün masumiyetle gülüyordu. “Allah’ım, dedim, Allah’ım çocuk olmak ne güzel…” Elinde gazeteye sarılı bir paket vardı. Sanki bir suç işlemiş insan edasıyla yanıma geldi. Paketi bana uzatarak: “Bunu anneme yaptırdım. Misafirlere ikram olsun diye… Müfettişlere siz verir misiniz?” Donup kalmıştım. Taştan bir heykelin hareketsizliği benliğimi çepeçevre kuşatmıştı. Ne bir kelime söyleyebiliyor, ne de bir harekette bulunabiliyordum. Müfettiş kafaya, akıla, maddeye hizmet etmeyi marifet sayarken, Mehmet, gönüllere hizmet etmeyi vazife sayıyordu. “Gel, birlikte gidelim, sen ver.” Müdür odasına birlikte girdik. Çay içiyorlar, sohbet ediyorlardı. Mehmet, paketi Müfettiş Kemal beye uzattı, bütün masumiyetiyle: “Annem gönderdi, misafirler aç kalmasın, onlar Allah’ın emanetleri, emanete iyi bakmak gerekir, dedi.” Derin bir sessizlik… Birkaç saniye süren fakat asırlar kadar uzun davudi sessizlik… Mazlum ile merhamet duyguları aşınmış, merhameti lüks sayanların ortak noktada buluştuğu sessizlik… Vicdanları pişmanlık duygularıyla yıkayan, pırıl pırıl yapan sessizlik… Gözlerimle, müfettiş beyin gözlerine odaklanıyorum, yere eğilen ve kaçan gözler… Birkaç saniye… Asırlar süren birkaç saniye… Hıçkırık sesi… İkinci, üçüncü hıçkırık birbirini takip ediyor. Beton zemin üzerine düşen gözyaşlarının çıkardığı uhrevi ses… Uzanan ve Mehmet’i kucaklamaya çalışan iki el… “Beni affet yavrum, senin merhametin benim kurallarımı yerle bir etti. Benim acımasız davranışıma senin gösterdiğin hoşgörü, benim boşluklar üzerine kurulu dünyamı yıktı, ezdi geçti.” Kemal Bey, yılların müfettişi, hayatının sayısız yılını bu yolda harcayan insan ağlıyordu. Tövbe güvercini kanatlarını açmış, uçuyor kararmış gönüllere yuva yapmak için çırpınıyordu. Gözler ve gönüller, merhametin engin sıcaklığı ile o gün el ele vererek, Mehmet’in şahsında, bütün insanlığın yaşadığı çaresizliğe ve kimsesizliğe dua ediyordu. O gün yer ve gök “Amin!” sesleriyle sessiz çığlıklar atarak inliyordu.
ÖNCE KENDİ ÇİZGİNİ UZAT
Öğretmen sınıftaki zeki fakat kıskanç öğrenciye :
“Niçin arkadaşlarını çekemiyor, onların yaptıklarını bozup kavga ediyorsun?” diye sordu.
Öğrenci, bir süre düşündükten sonra,
“Çünkü onların beni geçmelerini istemiyorum” dedi. “En iyi ben olmalıyım. “
Öğretmen, masasından kalktı, eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, kıskanç öğrenciye bakarak,
“Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?” dedi.
Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek de olan birkaç yanıt verdi.
Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti.
“Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor?” diye sordu.
Öğrenci utana sıkıla,
“Daha kısa” diyerek başını öne eğdi.
Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine unutmaması gereken şu öğüdünü verdi:
– Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir .
Bir Öğretmen Hikayesi
Öğretmenin adı bayan Thompson’du ve 5. sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson, Teddy’i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy’nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü; birinci sınıf öğretmeni: “Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu… Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu…” diye yazmıştı.İkinci sınıf öğretmeni: “Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor..” diyordu.Üçüncü sınıf öğretmeni: “Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: “Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.” demişti.Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy’nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; “Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz” dedi.Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları eğitmeye başladı. Teddy’ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu.Teddy’dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve bayan Thompson’un halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy’den. O arada zamanın onun için zor olduğunu, çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve bayan Thompson halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson, onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F. Stoddard, Tıp Doktoru.Bu öykü burda bitmedi. İlkbaharda bir mektup daha aldı bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, bayan Thompson’un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.
Tahmin edin ne oldu? Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy’nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına “Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de…” diye fısıldadı.Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: “Yanılıyorsun Teddy… Ben değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.
Öğretmenliğe dair mükemmel bir hikaye…
“Hatice öğretmen yeni mezun olmuştu fakülteden…anadolunun steplerinin güneşin sıcağı altında cayır cayır yandığı, buğday başaklarının çoktan sarardığı bir köyün tek öğretmenli 5 derslikli okulunda görev yapmaktaydı.
ilk iş olarak kendisinden önceki öğretmenlerin öğrenciler hakkındaki görüş ve gözlemlerinin bulunduğu dosyaları inceledi…hepsi için birkaç yorum, yuvarlak cümleler yazıldığını gördü.
aralarından en çok Mehmet adlı öğrencisi dikkatinin çekmişti. Mehmet 5. sınıf öğrencisiydi. ruhsal dosyasında her yıl için birer cümle yazılmıştı önceki öğretmenleri tarafından;
“1. sınıf: mehmet; yaşıtlarına göre daha zayıf ve çelimsiz. ama gözlerinden ateş çıkıyor adeta. zeka pırıltılarının yayılmasını üzerindeki abisinden kaldığı belli büyüklükteki elbiseleri ile siyah lastik ayakkabıları dahi engellemekete…babasının, Mehmet daha bebek iken ölmüş olması, onu, çocuk saflığından çıkarmış, annnesinin hayatındaki yükünü sırtlaması gereken bir büyük adam yapmış.
2. sınıf: Mehmet; bu yıl çok durgun, dalga dalga büyüyen bir denizin sahildeki son çırpınışları gibi. annesinin hastalığı, tedavisindeki güçlüklere göğüs germesi sanırım onu yorgun düşürdü.
3. sınıf: Mehmet bu yıl neredeyse bambaşka birisi oldu. derslerine artık ilgi göstermiyor. birkaç defa sınıfta uyuyakaldı. arkadaşlarından birisi bugün onu okul duvarının yanında yere bağdaş kurmuş ağlarken gördüğünü söyledi…annesinin ölümü ile hayatın sona erdiğini düşünüyor.
4. sınıf: mehmet okula devam etmesi gerektiğinin bilincinde değil. okulda bulunduğu sıralarda ise gözleri donuk, aklı başka biryerlerde…güzel hayaller kurmadığı belli…”
evet işte bir öğrencinin yüksekten düşüşünün hikayesi buydu. Hatice öğretmen sınıf öğretmen idi ama biliyordu ki; mesleği onu bazen bir çocuğa ana, bir başkasına abla olmasını gerektiğini emrediyordu.
bugün 24 kasım. hatice öğretmen daha bir gururla, daha bir neşe ile doğruldu yatağından. kendinceen güzel olduğunu düşündüğü elbisesini giydi…bir yarım saat sonra tek odalı lojmandan çıktı. okulun kapısını açtı, pencereleri açtı, sınıfı havalandırdı.
az sonra okul bahçesinden “kuş cıvıltıları” gelmeye başlamıştı. dışarı çıktı, çocukalr sıra oldular ve hep bir ağızdan çoşkuyla başladılar. “Türküm, doğruyum, çalışkanım,.”
önce öğrenciler içeri girdiler sonra hatice öğretmen. önce bir öğrenci sonra diğerleri üşüştüler başına, önce elini öpüyorlar, sonra hediyelerini masanın üzerine bırakıyorlardı. en son mehmet geldi masanın yanına, başı önde, utana sıkıla eski bir gazete kağıdına sardığı ama özenle bantlanarak paketlendiği belli hediyesini masanın üzerine bıraktı. yerine geçti. gözleri doldu, elleri titredi, dizlerinin bağı çözüldü hatice öğretmenin…mesleğinin ilk yılıydı ve ilk öğretmenler günüydü. kendisini çabuk toparladı, öğrencilerden birisi hediyelerini açmasını istedi.
hediyeleri tek tek açıyordu hatice öğretmen, çok güzel saç tokaları, rengarenk çoraplar, işlemeli mendiller… dikkat etti her hediye paketinin açılışında mehmet sırasında daha bir küçülüyor, daha bir eziliyordu. sıra gazeteye sarılı pakete geldi, açtı…içinden birkaç taşı düşmüş bir bakır bilezik ile yarısı boşalmış bir şişede parfüm denemez durumda bir çeşit esans duruyordu. arkadaşları hafifçe gülüştüler. hatice öğretmen mehmetîn yanına gitti, yanaklarından öptü, sınıfa seslendi;
– “en güzel hediyeyi mehmet getirmiş.” mehmet birden doğruldu gülümsedi. hatice öğretmen anlamıştı bileziğinde esansın da mehmet‘in annesinden kalan birer hatıra olduğunu.
ertesi gün hatice öğretmen sınıfa girmeden önce bileziği taktı, kokuyu sürdü. günün sonunda mehmet hatice öğretmene tek bir cümle söyledi;
– “öğretmenim bugün bütün gün annem gibi koktunuz…”
o gün Mehmet için bir milat olmuştu. zeka pırıltılarının üzerindeki tozlardan birkaç günde silkindi…gözlerindeki ateş tekrar yerine geldi. bir hırs ile derslerine verdi kendisini. ve nihayet yatılı okul sınavlarını zor da olsa kazandı.
aradan üç yıl geçti. bir mektup geldi hatice öğretmene mehmet‘ten. mektupta “8. sınıfı bitirdim ve artık fen lisesinde okuyacağını ama değişmeyen şeyin hala, hatice öğretmenin kendi hayatındaki en iyi öğretmen olduğu”nu söylüyordu mehmet.
bir kaç yıl sonra mehmet‘ten bir başka mektup daha geldi…”tıp fakültesinin kazandığını, artık daha çok çalışması gerektiğini bildiğini ve hala hatice öğretmenin hayatındaki en iyi öğretmen olduğu” nu söylüyordu mehmet.
ve bir mektup daha geldi 6 yıl sonra mehmet‘ten…”okulu 3.lük ile bitirdiğini, bu sırada bir kız ile tanıştığını ve evlenmeye karar verdiklerini, kendisinden bu törende annesinin yapması gereken temsil işini yapıp yapamayacağını” soruyordu mehmet. “elbette” diye cevap yazdı hatice öğretmen. nikah günü geldiğinde damadının annesine ayrılan yere oturdu hatice öğretmen. imzalar atıldı, mehmet ve eşi ellerinden öptüler hatice öğretmenin ve gelin
“- Bileziğiniz ne kadar orjinal ne kadar hoş” derken mehmet gururlanmıştı.
eşinin sözlerine bir cümle de kendisi ekledi;
“- Öğretmenim bugün yine annem gibi kokuyorsunuz…”
Öğretmenler Günü Hediyesi
Emekli olduğum o günden beri her eylül ve her Öğretmenler Günü hüzün veriyor bana. Okulların açıldığı ya da açılacağı ile ilgili bir şey duymak istemem. Ben olmayacağım artık okulda, sınıfta. Çocuk sesleri çınlamayacak kulaklarımda. 24 Kasımda da hiç kalkmak istemem yatağımdan. Benim günümü kutlamak için şiir okuyacak öğrencilerim yok artık.
İşte böyle hüzün dolu bir kasım sabahı istemeyerek kalktım yatağımdan. Sanki kalkmamı bekliyormuş telefon. Durmadan çalmaya başladı. Kimler aramadı ki…Annem, kardeşlerim, yeğenlerim. En önemlisi öğrencilerim. Kimi bir meslek sahibi, evli; kimisi üniversite öğrencisi. Kimi baba ya da anne. Hepsinin ortak hitap şekli ‘ÖĞRETMENİM’. Öyle mutlu etti ki bu telefon görüşmeleri beni, ağladım. Güzel dileklerle kutladılar günümü.
‘İşte en güzel hediye bu, hatırlanmak’ derken telefonum yeniden çaldı. Sıcacık bir ses ‘öğretmenim’ dedi. Öyle tanıdık ve öyle candan geliyordu ki ses, durdum tanımaya çalıştım ama ben tanıyamadan ses kendini tanıttı: ‘Öğretmenim ben Gülay, hani…’ cümlenin devamını dinleyemedim bile; yıllar öncesi canlandı gözlerimin önünde.
Küçük bir kasaba, sırtını çam ağaçlarıyla dolu bir tepeye dayamış. Tepenin eteğinde eski, dökük bir okul. Okulun bahçesinde koşuşan öğrenciler. İşte siyah önlüklü o öğrenciler arasında şu örgülü saçlı, hep aynı köşede duran kız öğrenci ‘Gülay’.
Esmer, ufak tefek ama oldukça zeki bir öğrenciydi. Sessiz, vakar duruşlu, sorulmadan cevap vermeyen Gülay okumaya çok hevesliydi. Ödevlerini özenle yapar, derslerine düzenli olarak hazırlanıp gelirdi okula. Ailesi zor günler yaşıyordu o yıllarda. Babası yıllarca çalıştığı fabrikadan çıkarılmıştı. Annesi başkalarına halı dokuyor, beslediği ineklerin sütünü, yoğurdunu, yağını satıp üç beş kuruş kazanmaya çalışıyordu. Bu zor günlerde babası ağır bir hastalığa yakalandı. Ve teşhis maalesef acıydı, kanser…Herksin duyduğunda hayatı kararan bu hastalık onların ocağına da düşmüştü.
Gülay okulunu bitirdiği yaz babası vefat etti. Ben onu teselli bile edemedim. Tam o günlerde tayinim çıktı. Veda etmeye gittiğimde mutlaka okumasını öğütledim, nasıl okuyacağını düşünmeden. Ayrılmak çok zor oldu. Babasının acısına benim yokluğumu da eklemiş güzel kızım. Ben birkaç kez aradım. Sonra ulaşamadım, kendi dertlerim arasında unuttum belki de Gülay’ı. Aklıma gelmiyor değildi ama iletişim kopmuştu bir şekilde. Bir ara evlendiğini duydum, üzüldüm. Evlendiyse okuyamadı demekti.
Yıllar sonra bir telefonla bana kendini tekrar hatırlattı. Okuyamamış. Evlenmiş. İki kızı varmış. İçimi rahatlatan yalnızca mutlu olması ve eşinin onu rahat yaşatmaya çalışması oldu.
Yine aradan birkaç yıl geçti. Geçenlerde 24 Kasımda çıktı karşıma, telefonla olsa da.
‘Büyük kızım okula başladı, öğretmenim ‘dedi heyecanla, sesinde sevinç belirtileri vardı. Devam etti konuşmaya, ‘Size bir öğretmenler günü hazırladım, artık sizinle aynı yerde yaşıyorum, buraya taşındık. Ve size çok ihtiyacım var. Çünkü ben de okul başladım. 6. sınıfım, sınavlarıma hazırlanıyorum.’ Sözleri bittiğinde o da, ben de ağlıyorduk. Her şeye rağmen okuma isteğini kaybetmemiş. Direnmiş çevresine, yakınlarına ama başarmış. Gözyaşları arasında kutladım onu, gurur duyduğumu söyledim ve en yakın zamanda görüşmek üzere kapattık telefonu.Hayatımın en güzel ‘öğretmenler günü’ hediyesi oldu, Gülay’ın beni arayıp bulması ve kızıyla birlikte okula başlaması. Şimdi 32 yaşında ve 6. sınıf öğrencisi. Onun bu azmi ve okuma sevgisi bana ‘hiçbir şey için geç olmadığını ‘ gösterdi.Çok teşekkür ederim güzel kızım, hediyemi çok sevdim.
ABDULCABBAR YAKAR
Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.
Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
– Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
– Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
– Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
– Ahmet arkadaşımız var ya
– Evet, ne olmuş Ahmet e?
– Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.
– Eee?
– Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:
– Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
– Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
– Nerede çalışıyorsun?
– Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.
Nurhan Öğretmen, Ali ye dondu:
– Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
– Çok zengin bir işadamı
– Niçin?
– İnsanlara daha çok yardım etmek için
– Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?
– Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
Neden olmaz?
Üç sebepten dolayı olmaz.
Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: Ağaç yas iken eğilir. deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
– Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
– Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet i gücü kadar iyilik edene veriyor.Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?
Nurhan Öğretmen in gözleri dolmuştu. Başını Evet anlamında sallarken Ali yi evine yolladı.
Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMIT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı
Ağladı
Ağladı.Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, Ne dediniz hocam? demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti
Bir Öğretmen Hikayesi
Bu öğretmen hikayesi İran’ın kuzeyindeki bir köyde geçiyor. Sınıf öğretmeni Ali Muhammediyan bazı öğrencilerinin esrarengiz bir hastalık nedeniyle saçları dökülen bir arkadaşlarıyla alay ettiğini fark ediyor. Bu duruma çok üzülen öğretmen alay eden öğrencileri sürekli uyarıp cezalandırmak yerine, saçlarını kazıtarak hastalık nedeniyle saçlarını kaybeden öğrenciye destek olmaya karar vermiş. Bu durumu gören diğer çocuklar da öğretmenlerini takip etmişler ve kimse bir daha çocukla alay etmemiş.45 yaşındaki sınıf öğretmeni “Çocukların bu kadar etkileneceğini hiç tahmin etmemiştim” diyor. “Öğrencim Mahan saçlarını kaybettikten sonra arkadaşlarından uzaklaştı ve hiç yüzü gülmez oldu. Derslerle de bir alakası kalmamıştı. Tek istediğim onunla bir yakınlık kurarak derslere geri dönmesini sağlamaktı. Öğretmen daha sonra kazınmış saçlarıyla öğrencisiyle çektirdiği bir fotoğrafı Facebook’ta yayımlamış. “Ertesi gün bilgisayarımı açtığımda paylaşım oranlarına inanamadım.”Birkaç gün sonra okuldaki 23 öğrenci tıpkı öğretmenleri gibi saçlarını kazıtmak için ısrar etmişler. “Onlara kışın bitmesini beklemelerini, aksi halde üşüyeceklerini söyledim ama beni dinlemediler. Ertesi gün hepsi saçlarını kazıtmıştı”23 yıllık emektar öğretmen ve öğrencisi sosyal medya sayesinde bir halk kahramanı olmuş. Öğrenci Mahan ise devlet desteğiyle yeni bir teşhis ve tedavi sürecine girmiş. “Her şeyden önemlisi arkadaşları artık ona destek oluyor ve Mahan’ın yüzü gülüyor.” diye bitiriyor öğretmen.