Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Harfleri bitirdik. Birinci dönemin karmaşası biraz olsun azaldı. Daha önceden birinci sınıflara ilgili bir yazı paylaşmıştım. Biraz eklemeler yapıp tekrar hatırlayalım istedim. Sonuçta aynı aşamalardan tekrar tekrar geçiyorsun.
Birinci sınıf ilköğretimde hem en keyifli hem de en stresli sınıftır. Yılların öğretmeni bile olsanız gerginliğiniz had safhadadır. Yapılacak onca iş, ördek yavrusu gibi sürekli arkanızda gezinen otuz çocuk ve hava durumunu sorar gibi bugün bizim çocuk nasıl diyen veli grubuyla tadından yenmez bir sınıftır yani.
Çocuklar çok komiktir. Size öğretmenim der ama başka sınıfın öğretmenine teyze der.
Okulun ilk günü aynı yukarıdaki resimdeki gibi gözlerimi kaparım vazifemi yaparım diyen, ne deseniz havada kapan, bir iş verdiğinizde yapmak için diğerlerine uçan tekme atan bir grupla, sınıfa girmemek için bağıran, sürekli ağlayan böğüren, ne deseniz “bana ne, bana ne eve gitcemmm işte ben” diyen diğer bir grup vardır. Aynen resimde gördüğünüz gibidir. Yerlere yatarlar
Siz istediğiniz kadar dil dökün, yanaşmazlar. Uzun süre gıcık gıcık bakarlar. Yerlerinde oturup somurturlar. Bazen sınıfa girmezler. Kapının önünde eşikte “hadi bak arkadaşların ne güzel oturuyor, gel bak çok güzel oyunlar oynayacağız” dersin ikna olmazlar. Bütün sınıfla birlikte küçük kurbağa küçük kurbağa diye şarkılar söylersin o hala ters ters bakıyordur. Anneleri günlerce kapının dibinde bekler.
Birinci sınıf çocuklarında okul, ders, zaman kavramları sizin düşündüğünüz gibi ilerlemez. Verdiğiniz bir çalışmayı yapar sonra eşyasını toplar. “Benim işim bitti gidebilir miyim” der? Siz anlatmaya çalışırsınız: “Bak burası okul, şu an dersteyiz. Teneffüs denen bir şey var. Okul saati bitince evimize gideceğiz.”
Bunları hiç takmaz. Çünkü onda karşılığı yoktur. Birinci sınıf çocuk zihni sizinki gibi çalışmaz. Sizin söylediğiniz şeyi, sizin istediğiniz gibi algılamaz çünkü. Üç saniyede bir gelip sorar. Zil ne zaman çalacak, zil ne zaman çalacak diye. Biraz sonra dersin ama onlar için biraz sonra diye bir kavram yoktur. Bu yüzden evladım yüz kere söyledim ya yeter artık derken bulursunuz kendinizi.
Sınıfa girersiniz ortalıkta dolanırlar. “Yerlerinize oturun, ” dersiniz pek takan olmaz. Burada en etkili yöntem “çiçek olun bakayım çocuklar, çiçek olun” demektir. Hepsi hemen yerlerine geçer, yirmi saniye kolları bağlı durur. Sizin onu görmenizi ve “aman da amannn ne kadar akıllı çocuklar bunlar, aferin aferin” demenizi bekler.
Hepsi bir anda konuşur. Parmak kaldırarak konuşun dersiniz, bu sefer parmak havada hepsi konuşmaya başlar. Sizin parmak kaldırın demenizdeki kasıt söz alın demektir. Ama o konuşmasına aynı hızla devam eder ve ek olarak parmak havadadır.
Bu arada tekrardan dolaşırlar. Birini oturtursun diğeri kalkar. Biri “tuvaletim geldi” der on beş kişinin birden tuvaleti gelir. Biri su içer, yirmi kişi su içmeye başlar. Biri “ödevim bitti” der, arkasından hepsi tek tek “benim de, benim de, ” demeye başlar. ”Kimin kitabı yanında değil” diye sorarsınız, “benim var, benim var, benim de var” diye kalan otuz kişiden tek tek dinlersiniz.
“Çocuğum kimin yok diye sordum olanların söylemesine gerek yok” dersiniz, en baştan başlarlar. “Benim var, benim var, benim de var” demeye.
Çok dobradırlar. Her şeyi küt diye hiç kıvırmadan söylerler. Sizinle konuşurken sen diye hitap ederler. Bazı veliler öğretmenle öyle konuşulmaz siz diyeceksin diye çocuğu çekiştirseler de sen ne demek siz ne demek henüz fark edebildiği bir şey değildir.
Fiziksel olarak çok yorulduğunuz bir sınıftır. Ders boyunca masanıza oturma fırsatı hemen hiç olmaz. Öğrettiğiniz her çizgiyi harfi defterlerine tek tek yazarsınız.
Siz daha yazmayı bitirmeden bir grup“olmuş mu olmuş mu” diye arkanızda gezmeye başlar. Siz “tamam çocuğum bakacağım hadi yerinize dersiniz bu sefer diğer grup kalkar. Zilin nasıl çaldığını dersin nasıl bittiğini anlamazsınız.
Koca kırk dakika geçmiştir siz bir sağa bir sola iki tane çizgi çizmişsinizdir.
Yorucu olmasına rağmen çok eğlenceli bir sınıftır. Bu eğlenceye bir de veliler katılır. Her gün çıkışta soran gözlerle size bakarlar. “Bugün nasıldı, bugün nasıldı” diye? “Aman hocam bizim çocuğu öne oturtun. Bizimkinin yazısı çok kötü ne yapacağız? Dün ödevlerini yapamadı, ailecek krizlerdeyiz. Babası kızdı ben de kızdım. Bir de siz kızın tam olsun” diyen farklı bir veli profili de vardır.
Bir grup da dış merkezi çalışır. “Hocam diğer sınıflar bizden önde, biz onlardan üç harf geriyiz. Filanca okulda okumaya geçmişler hatta bazı okullarda çarpım tablosunu vermişler” diye sürekli sizi gererler. Sanırsınız diğer sınıflar bırakın okumayı atomu parçalayıp corono virüsünün aşısını bulmuşlar. Öyle bir hava hâkimdir. Şu an Nasa’ da görev almaya hazır bekliyorlar.
Herkeste bir telaş. Ay okudu okuyacak derken saçlarınız dim dik olur. Öğretmen zaten gergindir. Normal olan her çocuk eninde sonunda okusa da stresli bir iştir.
Sınıfa girişleri de çıkışları da ayrı bir komiktir. Bir sınıfımda bunlar dışarı çıkarken birbirlerini eziyorlardı. Ben de sırayla çıkmalarını, birbirlerine yer vermelerini öğretmeye çalışıyorum.
Lafla hayatta anlamazlar biliyorum. Ben de bir ip getirdim. Amacım bütün sınıfın ipe tutunarak bir sıraya geçmesini ve giriş çıkışlarda birbirinin önüne geçmeden sakince çıkmalarını sağlamak.
Ama bulduğum ip fazla uzun değil. Üç metrelik ipe otuz öğrenciyi dizdim. Tabi bunlar sıkışınca böyle penguen gibi ayaklarını açmak zorunda kaldılar. O şekilde prova yaptık. İpe tutunarak iki üç tur attık. ”Bakın” diyorum “aynen bu şekilde gideceksiniz zil çalınca, kimsenin önüne atlamayacaksınız” falan filan. Tabi laf ne işe yarar ki konuşuyorum. “Tamam” dedim yerlerinize geçin. Sonra dışarı çıkış zili çaldı.
Ben seyrediyorum. Çocuklar normal şekilde ayağa kalkıyor. Sınıftan çıkana kadar bildiğiniz penguen gibi ayaklarını yana açıp bidi bidi yürüyorlar. Dedim “ne yapıyorsunuz? Ne biçim yürümek bu? ” “Öğretmenim siz böyle öğretmediniz mi? Sınıftan böyle çıkın dediniz ya” diyorlar Ee üç metre ipe otuz kişiyi dizersem olacağı bu :)
Çocuk enerjisi farklıdır. Herkes “aman hocam biz evde ikisi ile baş edemiyoruz. Siz otuz çocuk Allah sabır versin” derler. Ama arkanı dön .. Pırr kaçarlar. Bir de üstüne on tane laf söylerler.
Bundan önceki birinci sınıflarımda el yazısı vardı. Çizgi çalışmalarını yaptık, yeni yeni harflere geçiyoruz. Canım burnumda derler ya aynen öyle. Böyle duvarların üstünüze üstünüze geldiği, hayatın anlamını falan sorguladığınız bir dönemdir. Bu alfabe neden 29 harf.. Yap şöyle beş harf.. Yeter.. Fazlasına lüzum yok diye şahane fikirler uyanır sizde. İlk insanları ve mağara devrini anlarsınız.
Adamlar ne güzel yapmış mağaranın duvarına resimleri. Ali boğayı tut. Ona et ver falan böyle günlük hayatın içinden cümleler neyimize yetmiyor diye düşünürsünüz.
Üstelik olay sadece 29 harf değildir. Harfin büyük ve küçük yazılışları farklıdır. O yüzden örneğin k sesini öğretirsin ama büyük K başka ve yeni bir şeydir. Onu okumak ve tanımak farklıdır ilk başlarda.
L harfine geçmiştik. El yazısı büyük L yazmak sizce ne kadar zor olabilir. Ayrıca bir insanın büyük L harfiyle nasıl bir sorunu olabilir değil mi?
Sizler için normal olan bir şeydir. Ama öğretmen arkadaşlarım ne demek istediğimi çok iyi anlamışlardır. El yazısı ile büyük ve küçük L yazdırın bir çocuğa. Özellikle o iki çizginin birleştiği yerde yazıyı zarif gösteren bir kıvrım vardır. Böyle başınızı duvarlara vurursunuz. L, L olalı böyle eziyet görmemiştir.
Nasıl ki Picasso’nun bazı resimlerini anlamıyoruz. İşte öyle bir anlamsızlık hissi yaşarsınız ve bu hiç geçmeyecek sanırsınız.
İlk başlarda öğrettiğiniz harfler sınırlıdır. E, a, l harflerini öğretirsiniz. Bir ay sadece Ela, Lale, elle, lele, el ele gibi beş kelime ile hayatınızı idare edersiniz. Ela ve Lale aylarca el ele dolaşır. Kızım bi gidin evinize işiniz gücünüz gezmek diye söylenecek hale gelirsiniz.
Kelimenin yetmediği yerde resim çizmeye kalkarsınız. Ama benim gibi bu konuda sıfır yetenek iseniz işiniz zordur. Bir keresinde kediye et ver diye cümle yazacağım.
K sesini öğretmediğim için yazı olarak kedi yazamıyorum. Ben de kedi resmi çizmeye çalıştım. Çocuklar tabi “Öğretmenim bu ne yaa.. Fil mi bu? ” “Kedi” diyorum. “Bu nasıl kedi yaa” söyleniyorlar. Artık olay cümle okumaktan çıktı. Sanatçı burada ne anlatmak istemiştir olayına döndü. . Kedi mi, fil mi bakınca gerçekten ben de anlamadım ama yedi yaşında veletlerle tartışacak halim yok. Dedim “başlarım size de kedinize de. Çok biliyorsanız siz yapın. Bu kedi işte” diyerek ağırlığımı koydum
İşin bir diğer boyutu da öğretmenlerdir. Her ne kadar birbirimize yardımcı da olsak öğretmenler arasında da hafif bir rekabet vardır. Benimkiler kasım dedin mi okurlar. Aralıkta Türkçe kitabına başlarım ben.. Aa benim sınıftakiler kasım sonu patır patır okumaya geçer, dedikçe siz kafanızda deli sorularla sınıfa girersiniz.
Sınıf kapısından şöyle bir bakarsınız. Sizinkiler küçük kurbağa küçük kurbağa diye yandan yandan göbek atıyorlardır.
Böyle sınıfa uçan tekme ile girip ders bitene kadar o kurbağa buraya gelecek kafasında dersi işlersiniz.
Öğretmenler odasında ayrıca “benimkiler dakikada 30 kelime, 40 kelime okuyor” diye herkes bir şeyler konuşur.
Siz dakika tutmanın doğru bir şey olmadığını önemli olanın anlayarak okuma olduğunu bilseniz de sınıfa girer birine okuma yaptırırsınız.
Çaktırmadan kelime sayısında bakarsınız. Oyy oyy bir bakarsınız sizinkiler 10, 12 okumuş. Hatta 6 okuyup nasılım ama süperim di mi diye size bakanlar vardır. Kendi saçınızı mı yoksa onunkini mi yolsam diye düşünür bulursunuz kendinizi. Bitsin bu eziyet dersiniz.
Neyse sonuçta her masal gibi birinci sınıf masalı da mutlu sonla biter. Doğum anı gibidir. Her çocuk okuduğunda siz onlardan çok sevinirsiniz. Kendinize kırmızı kurdele takasınız gelir.
Artık kediler filler hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye türkü söylemek istersiniz.
Eee ne demişler onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine
Herkese çokkk mutlu eğlenceli bir yıl dilerim.
TÜLAY OLÇUM
VEDİDE BAHA PARS İLKOKULU
İZMİR