Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Wright kardeşlerin şöhretinden Orville Wright, bir arkadaşı tarafından, kendisinin ve erkek kardeşinin her zaman özel bir avantajla hayatında ne kadar ileri gidebileceğinin bir örneği olacağı söylendiğinde , “özel bir avantajımız olmadığını söylemek için kesinlikle yanıt verdi. ... lehimize olan en büyük şey, entelektüel merakı her zaman çok teşvik eden bir ailede büyüyordu.
Merak duygusunun sadece başarıya değil, aynı zamanda insanın tatmin edici bir var olma hissi yaşamasına katkıda bulunduğu ne kadar vurgulansa azdır. Merak, “belirsiz, alışılmamış ve zorlayıcı olayların anlayıp peşlerine düşmek ve keşfetmek için yoğun bir arzu duyulması” olarak tanımlanabilir. Geçtiğimiz yıllarda merak duygusu mutluluk, yaratıcılık, tatmin edici yakın ilişkiler, travmatik deneyimlerden sonra artan kişisel gelişme ve hayatın anlamının artmasıyla ilişkilendirildi. Okul bağlamında, “karakter gücü” olarak kavramlaştırılan merak aynı zamanda araştırmacılara da epey konu oldu. “Aç bir zihne” sahip olmanın, IQ’nun tahmin edilebilir gücünü alt ederek, akademik başarının temel belirleyicisi olduğu ortaya kondu.
Bununla birlikte okullarda merak duygusuna çok az değer veriliyor. Susan Engel’in, Aç Zihin adlı kitabında belirttiği gibi, standart testlerle boğuşan okullar eğitimde asıl önemli olan şeyin ne olduğunu gözden kaçırıyorlar: Bir şey öğrenmek için her şeyden önce öğrenmeyi arzulamak gerekir. Susan Engel, hepimiz doğal merak dürtüsüyle doğmamıza ve keşfetmeye yönelik bu içsel dürtü bütün öğrencilerde uyandırılabilmesine rağmen öğretmenlerin sınıfta merak duygusunu çok ender olarak yüreklendirdiğini ifade ediyor.
Merak duygusu, üstün yetenekli ve harika çocukların eğitiminde de göz ardı ediliyor. Bu çocukların saptanmasında kullanılan yöntemler hakkında Amerika’nın bütün eyaletlerinde yapılan bir araştırma, sadece üç eyalette motivasyonun, üstün yetenekli olmanın bir parçası olarak görüldüğünü ortaya koydu. Öte yandan IQ, 45 eyalette mutlaka şart koşuluyor, bu eyaletlerin 39’u ise standart başarı testleri istiyor.
Yakın zamanda Scientific American dergisinde yayınlanan bir yazı bu noktayı daha da vurguluyor. “Nasıl Bir Dâhi Yetiştirirsiniz” başlığı yanlış yönlendirici olmakla birlikte, yazıda 12 yaşındayken SAT sınavlarında yüzde bire giren öğrenciler üzerinde 45 yıl sürdürülen bir araştırmanın sonuçları özetlendi. Araştırma, öğrencilerin en az %95’inin, bu şekilde tanımlanmalarının eğitimlerinde hızlandırıcı bir etki yaratması sonucunda, Johns Hopkins Üniversitesi’nin Yetenekli Gençler Merkezi gibi programlara katıldığını ortaya koydu. Aralarında Mark Zuckerberg ve Lady Gaga gibi katılımcıların da bulunduğu bu program, “STEM konusunda en yüksek potansiyele sahip çocukların bulunması” ve onların bu potansiyellerini kullanabilmesi için başlatılan bir girişimdi.
Araştırmacıların çoğu, araştırma sonuçları beklentilerini karşıladığı için memnundu. Harika çocukları gerçekten de büyüdüklerinde etkileyici yetişkinler olmuşlardı. Büyük bir çoğunluğu dünyanın en iyi üniversitelerinde doktora yapmış, edebiyat, bilim ve teknoloji alanlarında başarılar kazanmıştı; patentleri ve basılı kitapları vardı.
Bu bulgular, erken yaştaki test sonuçlarının bir öğrencinin ileride daha gelişmiş kaynakları kullanmaya hazır olup olmadığının bir göstergesi olduğunu ve bunun kesinlikle desteklenmesi gerektiğini gösteriyor. Öte yandan, bu araştırmadan çıkartılabilecek diğer sonuçlar ne olabilir? Diyelim ki, “bir dâhi yetiştirmek” istiyorsanız ama çocuğunuz küçük yaşlarda testlerde başarılı olamıyorsa bu, şansınız yok anlamına mı gelir? Araştırmanın yöneticilerinden David Lubinsky, “Sağlık sistemi, iklim değişikliği, terörizm ve enerji gibi, toplumun günümüzde karşılaştığı zorluklar düşünüldüğünde, bu zorluklarla en iyi başa çıkabilecek olanlar bu çocuklar,” diyor.
Peki bu gerçekten doğru mu? Araştırmacılar öğrencileri tek bir kıstasa göre, yani test sonuçlarına göre seçtiler ve onları okul hayatları boyunca gözlemlediler. Bu sırada başka bir değişken kullanmadıkları için diğer çocukların hepsini göz ardı etmiş oldular.
California Devlet Üniversitesi’nden Adele ve Allen Gottfried’ın, üstün yetenekli olma halinin farklı zamanlardaki gelişiminin gözlendiği otuz yıldan fazla süren bir diğer araştırmada ise daha farklı bir yaklaşım izlendi. Araştırmacılar, daha üstün yetenekli olup olmadıkları belirlenmeden önce, bir yaşındaki çocukları değerlendirdiler. Burada tek kıstas bebeklerin yaşlarına uygun bir gelişim göstermeleri, normal bir ağırlıkta olması ve görsel ya da nörolojik bir sorunlarının olmamasıydı.
1979’da başlayan araştırma, katılımcıların okul performansları, IQ seviyeleri, liderlik becerileri ve mutlulukları dahil olmak üzere çok farklı değişkenler üzerinden, laboratuvar ve ev ortamında sürdürüldü. Katılımcılar bebeklikleri ve okulöncesi yaşlarında her altı ayda bir, 5 ile 17 yaşları arasında da yıllık olarak değerlendirildiler.
Bu araştırmanın bulgularından birisi, Lubinsky’yle meslektaşlarının bulgusunu destekliyordu: Bilişsel olarak üstün yetenekli olmak önemliydi. 130 IQ puanı üzerinden, 107 çocuğun %19’u, 8 yaşındayken “entelektüel olarak üstün yetenekli” olduğu belirlendi. Bu çocuklar duygu kontrolü, davranışsal ve sosyal beceriler bakımından karşılaştırma grubundaki çocuklardan farklı olmamakla birlikte, 1,5 yaşından itibaren duyu ve motor işlevleri, 1 yaşından itibaren de sözcüklerin anlamlarını kavramaları bakımından farklılaştılar. Bu çocuklar aynı zamanda daha hedef odaklıydılar ve dikkat aralıkları daha genişti. Anaokuluna başladıklarında farklı konularda daha başarılı oldular, öğretmenleri de entelektüel açıdan üstün yetenekli çocukların sınıfta daha uyumlu olduğunu belirtti.
Entelektüel açıdan üstün yetenekli çocukların ebeveynlerinin gözlemleri de buna benziyordu, çocuklarının okul dışı faaliyetlerde diğer çocuklara göre daha entelektüel etkinlikleri tercih ettiğini belirttiler. (Bu çocuklar genellikle entelektüel ve kültürel çalışmaları destekleyen ailelerden geliyorlardı.) Gottfried çifti, araştırmalarının sonucunda, bu çocukların çevreleriyle daha ilgili olduğunu ve çevrelerinden daha fazla fayda gördüklerini ortaya koydular.
Araştırmacılar aynı zamanda içsel akademik motivasyon diyerek tarif ettikleri durumu da ölçtüler ve araştırmaya katılan 111 ergenin ilk %19’luk diliminin “motivasyon bakımından üstün yetenekli” olduğunu ve hem okuldan hem de derslerde karşılaştıkları zorluklardan zevk aldığını; merak ve ısrarlı olma özellikleri bulunduğunu saptadılar.
İlginç bir şekilde, entelektüel açıdan üstün yetenekli olma durumuyla motivasyon açısından güçlü olma durumu arasında çok az bir bağlantı bulunuyordu. Entelektüel açıdan üstün yetenekli öğrenciler bebekliklerinden ergenlik dönemine kadar olan sürede daha fazla entelektüel meraka sahipti ama sadece sekiz çocuk her açıdan güçlüydü. Öte yandan, içsel akademik motivasyon testindeki farlılıkların ezici çoğunluğu, IQ puanlarıyla açıklanamıyordu ve yüksek not ortalamalarını belirleyen şey IQ puanından çok bu içsel akademik motivasyondu. Yani akademik motivasyonları yani merak duyguları güçlü olanlar zaten güçlüydü.
Merak duygusuna sahip öğrencilerin matematik, okuduğunu anlama, SAT puanları ve üniversite yerleşimleri de dahil olmak pek çok konuda akranlarından daha başarılı olduğu ortaya kondu. Öğretmenleri, motivasyonu güçlü öğrencilerinin daha fazla çalıştığını ve derslerinin daha iyi olduğunu belirtti.
Bu bulguların genel olarak eğitim üzerinde etkisi olduğu gibi, özel yetenekli çocukların eğitiminde de derin etkileri bulunuyor. Her şeyden önce, bu araştırmaların sonucuna göre doğuştan bir merak duygusu, başlı başına akademik başarıya katkıda bulunan bir kişilik özelliği. Gottfriedler’in belirttiği gibi, “motivasyonun başlı başına bir kıstas olarak ele alınması ve üstün yetenekli çocukların uygun programlara yerleştirilmesinde dikkate alınması gerekiyor.” Gottfriedler, “Motivasyon sadece farlı alanlarda üstün yetenekliliğin geliştirilmesinde katalizör olarak ele alınmamalı, kendi başına güçlendirilmeli” diyorlar.
Uyarıcı sınıf etkinlikleri yenilik, şaşkınlık ve zorluk sunan, daha fazla özerklik ve öğrencilere seçim şansı veren etkinliklerdir; öğrencileri de, yargı tarzı testlerden çok, soru sormaya, varsayımları sorgulamaya ve değerlendirme yoluyla bir konuyu iyice öğrenmeye teşvik ederler.
Ama bu deneyimler sadece sınıfta yaşanmaz. Gottfriedler, çocukların bilime yatkın olmalarında ailelerinin rolünü de incelediler. Örneğin aileler çocuklarını müzelere götürüp onlarda merak hissi uyandıracak deneyimler yaşatıyorlar mıydı? Araştırma sonucunda, bu tür etkinliklerin çocuklarda bilime karşı içsel bir motivasyon hissi yarattığı ortaya çıktı. Örneğin bu çocuklar, “Bilimde yeni şeyler öğrenmek hoşuma gidiyor” ya da “Bilimde soruların cevaplarını bulmak hoşuma gidiyor” diyebiliyorlardı. Öğretmenleri bu çocukların derslerde de iyi olduğunu belirtti. Bu bulgu, merak duygusunun bilim insanı olma yolunda en temel belirleyici faktör olduğunu da destekledi.
Sonuçta, Fullerton araştırması, üstün yetenekli olmanın doğuştan olmadığını, gelişimsel bir süreç olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmanın bulguları aynı zamanda, üstün yetenekli olmanın çeşitli etkenlerden kaynaklanabildiğini de gösteriyor. Gottfriedler’in belirttiği gibi; “Üstün yetenekli olmak talihe bağlı değildir; çocukların bilişsel becerileri, motivasyonları ve zengin çevreleri onların gelişimlerini destekleyecek şekilde bir araya geldiğinde tomurcuklanır.”
Kaynak: https://www.theatlantic.com/education/archive/2017/07/the-underrated-gift-of-curiosity/534573/