Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Eğitim sistemimiz, uluslararası (PISA ve TIMSS) sınavlarda başarılı olmadığı gibi, ulusal (LGS, LYS, YGS) sınavlarda da başarı sergileyememektedir. Eğitim fakültesinden mezun olan öğretmen adayının ÖABT’de kendi branşında sorulan 40 soruda, %20’lik başarı sergilemesi ayrı bir garabettir. Eğitim kademelerinin neredeyse çoğunluğunda dil eğitimi alan fakat “What is your name?” demekten öte bir şey öğrenemeyen, dört işlemi yapmaktan aciz, dilekçe yazamayan, kendisini ifade edemeyen öğrenciler, ilk 500’e giremeyen üniversiteler, patenti olmayan, uluslararası yayını, atıfı olmayan öğretim üyeleri ile temsil edilen okul öncesinden üniversiteye kadar her yerinden dökülen bir eğitim sistemimiz var. Nerede hata yaptık?
Eğitim sistemimizin kurgusunda, kuruluşunda hata var. Her eğitim sisteminin dayandığı bir felsefe ve eğitim felsefesi olması gerekir. Her dört eğitim bilimciye: “Eğitim sistemimizin felsefesi nedir?” diye sorsanız, ortak bir cevap alamazsınız. Aslında olmayan bir felsefenin uydurulmuş felsefi akımdan, söz edilebilir. Başka bir anlatımla, her eğitim uygulaması doğrudan ya da dolaylı bir eğitim felsefesi ile ilişkilendirilebilir. Eğitim felsefesi kendi içerisinde tutarlılık arz etmesi gerekir. Yamalı bohçaya dönen eğitim sistemi, bu bağlamda felsefesizdir. Sorun bu değildir. Sorun bu felsefi temele ilişkin düzenlenmeyen, içsel tutarlılığı olmayan eğitim sistemi ve yapısıdır.
Eğitim sistemimiz düzenlenirken önce maarif oluşturulmuş, sonra da bu maarife, bir müfredat bulunmuş, sağdan soldan toplanan içerikle son hali verilmiştir. Eğitim sistemleri oluşturulurken önce müfredat, sonra maarif teşekkül eder. Önce maarif oluşturulduğu için tüm süreçler protez bir nitelik taşımaktadır. Toplum olarak kırsal alan kültürünü baskın yaşadığımız için kanon oluşmamış, bu yüzden de, eğitim sistemimizin köşe taşları, ana fikir ve düşünce sistemleri ortaya çıkmamıştır. Önce kanon oluşmuş olsaydı, doğal olarak müfredat ve maarif sistemi peşinden gelecekti.
Eğitim sistemimiz aşırı derece politize edilmiş bir özelliğe sahiptir. Eğitim sisteminin siyasal işlevi vardır ancak, siyasallaştırılma işlevi yoktur. Cumhuriyet döneminde iktidara gelen hükümetler eğitim sisteminin kalitesini artırmak yerine, eğitim sistemini ele geçirip potansiyel seçmen yetiştirme amacına hizmet etmişlerdir. Bu sebeple koalisyon hükümetlerinde bile Milli Eğitim Bakanlığı hangi partinin elinde olacağı tartışma konusu olmuş, hatta koalisyonların oluşumunu dahi engellemiştir.
Eğitim sisteminin lâik ve bilimsel eğitimden uzaklaşması, eğitim sisteminde gerilemeye neden olmuştur. Lâik ve bilimsel eğitim, çağdaş düşünce sisteminin öğrencilere kazandırılması açısından son derece önem arz eder. Lâik ve bilimsel eğitim anlayışı, öğrencilere analitik düşünme, problem çözme, inovatif düşünme ve girişimcilik gibi becerileri kazandırma açısından 21. yüzyıl becerileri ile tutarlılık göstermektedir.
Eğitim sisteminde imam hatiplerin hızını kesmek için 1997 yılında getirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim ve katsayı uygulaması, aynı zamanda mesleki ve teknik eğitimin de sonunu hazırladı. Mesleki ve teknik eğitim kurumlarının güncelliğini yitirmesi, öğrencilerin genel ortaöğretime yönelmesine, bu durum da işsiz, mesleksiz bir genç kuşağın ortaya çıkmasına neden oldu.
Her ile bir üniversite uygulaması politik açıdan desteklenebilir olmasına rağmen, mesleki ve teknik eğitim kurumlarına zarar verdi. 1990’lı yıllarda üniversite sınavına giren her 100 öğrenciden % 6’sı üniversiteye yerleşirken, üniversite sayısının ve kontenjanların artmasına paralel olarak, gençler ortaöğretime yöneldi. Üniversite eğitimi cazip hale geldi. Üniversiteyi bitiren fakat iş bulamayan, eğitim aldığı alanın dışında farklı alanlarda çalışmak zorunda kalan bir kuşak ortaya çıktı. Üniversite mezunlarının taleplerini karşılamak, işsizliği azaltmak için pedagojik formasyon uygulaması yapıldı. Para karşılığı verilen sertifikalarla 400 binin üzerinde atanamayan öğretmen grubu yaratıldı. Pedagojik formasyon sertifikası alan herkes kendisini öğretmen olarak gördüğü için, kendi asli mesleğinde de istihdam alanı bulamadığında, huzursuz, mutsuz ve geleceğinden endişeli bir genç nüfus yaratıldı.
Merkezi sınavlarla her ilçede, ilde en başarılı öğrencilerin puanlarına göre kayıt yaptıracakları okullar sun’i olarak yaratıldı. Sözde “Başarılı Okul” algısı ortaya çıktı. Başarılı okullara çocuklarını kayıt ettirmek isteyen ebeveyn, özel ders, dershane ve öğretmen arayışına girdi. Öğrenciler başarılı okullara kayıt olduklarında evlerine 20-30 km uzaklıktaki okullara gitmek zorunda kaldı. Güneş doğmadan, sabahın köründe uyanıp okula servisle giden, akşam karanlığında evine dönen çocuklar ortaya çıktı. Hafta sonları özel derse, dershaneye, kurs-etüt merkezine gönderildi. Çocukluğunu yaşayamayan, oyun oynamasını bilmeyen, antisosyal bir kuşak ortaya çıktı. Sınavlara yarış atı gibi hazırlanan bu çocuklar kitap okumaktan, oyun oynamaktan, film izlemekten, sosyal ortamlardan uzaklaştı. Toplumun geleneklerinden, değerlerinden, yaşam biçiminden kopuk bir gençlik yetiştirildi. Kar yağdığı için servisler çalışamadı, literatürümüze “Kar Tatili” kavramı girdi. Dershane, servis, özel ders sektörü ortaya çıktı. Eğitim pahalı bir hizmet haline dönüştü. Mahalle okullarını değersizleştirdiğimiz için, taşımalı sistem üst değer hâline geldi.
Eğitim sistemimiz, merkezi sınavlardan dolayı, eğitim kavramını unuttu, öğretime odaklaştı. Öğretime odaklaşmasıyla birlikte daha fazla öğretmek için yeni dersler açıldı, program zenginleştirildi, yeni kitap ve yardımcı kitaplarla desteklendi. Her şeyi öğretme istek ve arzusu öğrencilerin bireysel özelliklerinin göz ardı edilmesine neden oldu. IQ seviyesi 80 olan ile IQ seviyesi 120 olan öğrenciye aynı müfredat uygulanarak eşitlenmeye çalışıldı. Sonuç, okuduğunu anlamayan, temel matematik okuryazarı, fen okuryazarı olmayan bir nesil yetişti. Öğretme sürecinde, eğitimden vaz geçtiğimiz için eğitilememiş gençlik, sokağa tükürmeye, otobüste yaşlılara yer vermemeye, yerlere çöp atmaya başladı. Balıkları uçmaya, fili ağaca tırmanmaya zorladığımız için öğrencilerin ilgi, istidat ve kabiliyetlerini göz ardı ettik.
Eğitim sistemini siyasallaştırırken, yönetim kademesini de ihmal etmedik. İktidar partileri, iktidara yakın sendika ve STK’lar, yönetici atama sürecine müdahale etti. Liyakatsiz ve yetersiz kişileri eğitim ve okul yöneticisi yaptı. Çalışkan, yetkin ve becerikli öğretmenler bilgisiz yöneticilerin insafına terk edildi. Çoğu istifa edip özel okula geçti. Bir kısmı erken emekliliği tercih etti. Kalanlar da sinir harbi, mobbing ve çatışmanın içinde kendisini buldu. Eğitime, öğrenmeye, kendisini yetiştirmeye odaklaşması gereken zamanlarda zihinsel geviş getirip gündelik kısır çekişmelerin içinde kendisine yer aradı. Eğitim yönetimi merkeziyetçi yapısını daha da güçlendirdi. Yerel yönetimler ve yerinden yönetimler, bazı kaygılardan dolayı güçlendirilmedi. Bu durum kaynak yönetimi açısından önemli sorunların ortaya çıkmasına neden oldu.
Eğitim sistemimizde “devlet okulu” kavramı, süreçte bilinçli olarak değersizleştirildi. Özel okulların oranını artırmak amacıyla, kamusal kaynaklarla destek sağlandı. Özel okullara giden öğrencilere maddi destek verildi. Kamuoyunda nitelikli eğitimin adresi olarak özel okullar gösterildi. Özel okullar ile özel üniversiteler paralellik kazandıkları için, maddi durumu iyi olan ancak başarısız öğrencilerin bir şekilde diploma alıp meslek sahibi olacağı algısı yaratıldı. Özel okullar devlet okullarında başarılı olan öğrencileri burslu olarak transfer edip, başarı listelerini süsledi. Devlet okulu demek, devlet demektir. Devletin sosyal devlet yapısını, eşitliği, adaleti ve başarıyı temsil eder. Devlet okulları işlevsizleştirildiği için aileler seçenek olarak özel okulları gördü. Borçlanarak, mutfak masraflarından kısarak, ikinci üçüncü iş yaparak okul taksitlerini yatırmaya çalıştılar. Huzursuz, mutsuz bir aile profili ortaya çıktı.
Öğretmen yetiştirme sistemini zamanla yozlaştırdık. 1980 öncesi 40 günde eğitim enstitülerinde öğretmen yetiştirdik. Eğitim enstitülerine giren öğrencilerin listeleri parti binalarında hazırlandı. Okuma-yazması olmayan, pedagojik formasyonu bulunmayan kişileri öğretmen yaptık. 12 Eylül 1980’den sonra bu öğretmenler yeniden eğitim yüksekokullarına alınıp eğitildi. Ancak yaraları uzun süre sarılamadı. Öğretmen yetiştirme sistemi Milli Eğitim Bakanlığından alınıp üniversitelere devredildi. Öğretmen adaylarının seçme sürecinde nesnellik sağlandı ancak üniversitelerin programları nitelikli öğretmen yetiştirmekten uzak hazırlandı. Eğitim fakültesinde hiç öğretmenlik yapmayan, okulu bilmeyen kişilerin danışmanlığında öğretmen yetiştirildi. Bu durum da, kuram-uygulama dengesi sağlanamadığı için gerekli nitelikte öğretmen yetiştirilmesinin önünde bir engel olarak oluştu.
Üniversiteler eğitim sisteminde yaşanan sorunların çoğu zaman hem nedeni hem de sonucudur. Rektör atamalarındaki uygulamalar, üniversitedeki bilimsel çalışma ortamını olumsuz yönde etkilediği gibi, çalışma barışına da zarar verdi. Uluslararası atıfı, yayını olmayan rektörlerin, üniversitenin vizyonuna katacağı değerler sınırlı olacaktır. Üniversiteler özerk yapısına kavuşturup, bilimsel özerklik sağlanamadığı, yeterli ve yetkin kişiler seçilip görevlendirilmediği sürece, yüksek lise özelliği taşımaktan asla uzaklaşamayacaklardır.
Eğitim sisteminin sorunlarını yanlış çözdük. Batı’daki her yeni gelişmeyi, uyarlamadan, ihtiyacımız olup olmadığını sorgulamadan, doğrudan alıp uyguladık. Kısa vadede somut sonuç bekledik. İstediklerimiz olmayınca hızlıca çöpe attık yeni arayışlara girdik. Batı’nın bazı kavramlarını yanlış anladık, yanlış çevirdik. Eğitimsel sorunların çözümünü milli ve bize özgü yöntemler yerine, ithal çözümler ürettik. Gelişmiş ülkelerin deneyimlerinden yararlanmak yerine, aynı uygulamanın olumlu sonuç üreteceğini bekledik. Özgür eğitimi sorumsuzlukla, iş birliğine dayalı öğrenmeyi öğrenciye ders anlattırmakla, inceleme-araştırmayı ödev vermekle, yapılandırmacılığı program ve kitapla uygulamaya başladık, yanlış yaptık.
Sonuç olarak eğitim sistemimiz başarılı değil. Bir, iki, üç kuşak kaybetmeye devam ediyoruz. Derhal bu ucube yöntemleri uygulamaktan uzaklaşalım. Hızla artan nüfusumuzun yavaşladığını, 30 yıl içerisinde Avrupa ülkeleri arasında yaşlı nüfus oranının artacağı ülkeler arasında yer alacağımızı unutmayalım. Her yere üniversite açmaktan, okul binaları yapmaktan vaz geçelim. Salgınla birlikte hibrit eğitim, yaşantımızın bir parçası olmaya başladı. Çevrim içi eğitim uygulamaları muhtemelen gençliğin tercihleri arasında yer alacak. Gelecek kuşak 4 yılını üniversite koridorlarında harcamak istemeyecek. Eğitim sisteminde radikal değişim ve dönüşüme ihtiyacımız var. Erken çocukluk eğitimi ve okul öncesi eğitim önceliklerimiz arasında yer almalı. İlkokul 5 yıla çıkmalı. Ortaokullardan itibaren mesleki ve teknik eğitim kurumlarına yöneltme, teknik eğitim, dil eğitimi verilmeli. Genel ortaöğretimin sayısı azaltılmalı. Çevrim içi eğitim olanakları artırılmalı. Yüksek teknoloji üretecek, AR-GE yapacak enstitüler, üniversiteler desteklenmeli. 12 yıllık zorunlu eğitim esnetilmeli, seçenekler sunulmalı. Erken çocukluk eğitimi, okul öncesi eğitim, ilkokul ve ortaokul, temel vatandaşlık eğitimi, anadil okuryazarlığı, fen ve matematik okuryazarlığı, mesleki yönlendirme, iyi vatandaşlık eğitimine odaklaşması gerekir. Fen ve Anadolu liselerinin sayısı azaltılmalı, ara düzeyde “Akademik liseler” açılmalı. Sanat ve spor üzerine eğitimler verilmeli. Aşamalı olarak sınavlar kaldırılmalı, sonuç değerlendirme yerine süreç değerlendirme uygulamaları işe koşulmalı. Öğrencilerin ilgi, istidat ve yetenekleri hareket noktası olmalı. Bilim özerk ve özgür yapılarda, hukukun üstünlüğünün sağlandığı ortamlarda gelişir kendisine yaşam alanı bulur. Araştırma üniversiteleri, sözde araştırma üniversitesi olmaktan uzaklaşıp gerçekten araştırma yapar hâle gelmesinin ön koşulları; bilimsel ve mali özerklik, liyakat ve hukukun üstünlüğü ilkesine göre yeniden düzenlenmelidir.
Prof.Dr. Necati Cemaloğlu