Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Bir Öğretmen Olarak İki Günlüğüne Öğrenci Olsaydınız Neler Yapardınız? Öğretmen olmadan önce sizde birer öğrenciydiniz unutmayın! Tüm insanlar için geçerli değil mi bu olay. O yüzden neden bazı öğretmenler geçmişte yaşadığı öğrencilik hayatını unutup, öğrencilere farklı davranmaya çalışır ki?
Öğretmenliğimin daha ilk yılında yapmam gereken bir şeyi yapmak için tam 14 sene bekledim: Bir günlüğüne öğrenci gibi yaşamak. Bu deneyim öylesine zihin açıcıydı ki, keşke şimdiye kadar ders verdiğim bütün sınıflara geri dönebilsem ve en az on şeyi değiştirebilsem: Ders planını, sınıf düzenini, öğrencilerin anladıklarını kontrol etme şeklimi… Hemen her şeyi!
Bu sene ilk kez bir okulda ders vermiyorum ve lise öğretmenlerine koçluk yapıyorum. Okulda ilk kez açılan bu pozisyondaki işim, öğretmenlerle ve yöneticilerle birlikte çalışarak öğrencilerin eğitimini geliştirmek.
Birlikte çalıştığım müdür bana iki günlüğüne “öğrenci” olmamı önerdi. Birinci gün 10. sınıfta, ikinci gün 12. sınıfta gölge öğrenci olacaktım. Görevim, onların yapması gereken her şeyi yapmaktı: Tahtadaki notları hızla defterime geçirdim, laboratuar çalışmasına katıldım, sınavlara girdim.
İşte günlük ders programlarım:
10. sınıf öğrencisi olarak programım:
7:45 – 9:15: Geometri
9:30 – 10:55: İspanyolca II
10:55 – 11:40: Öğlen yemeği
11:45 – 1:10: Dünya Tarihi
1:25 – 2:45: Fen Bilimleri
12. sınıf öğrencisi olarak programım:
7:45 – 9:15: Matematik
9:30 – 10:55: Kimya
10:55 – 11:40: Öğlen yemeği
11:45 – 1:10: İngilizce
1:25 – 2:45: Ticaret
Ne Öğrendim? #1
Öğrenciler bütün gün oturuyorlar ve oturmak aşırı yorucu.
İlk günün sonunda ne kadar yorgun olduğuma inanamadım. İlk gün, sınıftan sınıfa yürümek dışında resmen bütün gün oturdum. Biz öğretmenler olarak bunu unutuyoruz, çünkü biz çok fazla ayaktayız – tahtanın önünde duruyoruz, konuşurken dolanıyoruz, öğrencilerin yaptıklarını görmek için sınıfta tur atıyoruz, oturuyoruz, kalkıyoruz, zor bir problemle uğraşan bir öğrenciyle konuşmak için eğiliyoruz… Çok fazla hareket ediyoruz.
Ama öğrenciler neredeyse hiç hareket etmiyorlar. Ve hiç hareket etmemek çok yorucu. Her sınıfta 4 uzun blok ders için bizden beklenen içeri girmek, yerimize geçmek ve ders boyunca oturmaktı. Günü sonunda esnememi durduramaz oldum. Umusuzca hareket etmek ya da gerinmek istiyordum.
Bitkindim, güzel ve üretken bir gün geçirmiyordum. Aslında ofisime geri dönüp güne dair notlar almak istiyordum ama o kadar yorgundum ki zihinsel çaba gerektiren hiçbir şey yapacak halim kalmamıştı. Onun yerine televizyon izledim ve saat 20:30′da yatıp uyudum.
Eğer geri dönüp derslerimi değiştirebilecek olsaydım, şu üç şeyi hemen değiştirirdim:
Dersin yarısında zorunlu esneme hareketleri yaptırmak
Kapımın arkasına bir basketbol potası asıp öğrencileri dersin ilk ve son dakikalarında basketbol oynamaları içi teşvik etmek
Her bir ders gününe elle ya da hareketle yapılan bir aktivite koymak. Evet bunu yapmak için bazı ders içeriğinden fedakarlık yapmak zorundayız, ama bence sorun değil. Günün sonunda o kadar yorgun hissediyordum ki zaten dersin çoğunu anlamıyordum.
Ne Öğrendim? #2
Lise öğrencileri, derslerin yüzde 90′ında pasif bir şekilde oturuyor ve dinliyor.
Sadece iki günlüğüne öğrenci olmayı deniyordum ancak sonrasında röportaj yaptığım öğrenciler bana deneyimlediğim derslerin hergün girdikleri oldukça tipik dersler olduğunu söyledi.
Lisedeki derslerde öğrencileri çok nadir konuşuyorlardı. Bazen öğretmen dersi anlattığı için, bazen başka bir öğrenci sunum yaptığı için, bazen başka bir öğrenci zor bir denklemi çözmek üzere tahtaya çağrıldığı için, bazen derste sınav yapıldığı için konuşmuyorlardı. Bu yüzden sadece öğretmenler monoton bir şekilde konuşurken öğrenciler oturup not alıyorlardı demek istemem. Ancak yine de birinci maddeyle paralel olarak, ana fikir öğrencilerin günü pasif bir şekilde bilgiyi özümsemeye çalışarak geçirdiği gerçeğiydi.
Yani insanı bitkin düşüren sadece oturmak değil, günün büyük bir bölümünü bilgi ile uğraşmak yerine onu sadece alarak geçirmekti.
10. sınıf öğrencilerinden Cindy’e sınıfına önemli katkılarda bulunduğunu hissedip hissetmediğin ya da bir gün okula gelmediğinde sınıfın onun bilgi ve katkılarının faydasını kaçırıp kaçırmadığını sorduğumda bana güldü ve “Hayır” dedi.
Öğrendiğim bu gerçekler beni oldukça sarsmıştı. Çünkü öğrencilerin ne kadar az söz sahibi olduğunu, ne öğreneceklerinin ne kadar azını kendilerinin yönettiğini ya da seçtiğini fark etmiştim. Eğer geri dönüp derslerimi değiştirebilecek olsaydım, şu üç şeyi hemen değiştirirdim:
Tamamen onların kontrolünde olan aktivitelerle devam eden kısa ve öz mini dersler sunardım. (Örneğin Whitman’ın hayatı ve eserleri üzerine 10 dakikalık bir ders anlatımı, ardından küçük gruplar halinde derste ifade edilen temalara paralel yeni şiirlerinin araştırılması, sonra bunların bazılarının tüm sınıfla paylaşılması.)
Konuşmak için her ayağa kalktığımda ve herkes beni dinlediğinde küçük bir alarm kurmak ve alarm çaldığında konuşmamı bitirmek. Sürekli konuşabilirim. Kendimi konuşurken dinlemeyi seviyorum. Hatta genellikle susamıyorum. Ben konuşmaktan ne kadar hoşlansam da, bu öğrencilerimin öğrenmesine pek de yardım etmiyor.
Her dersin öğrencilerden gelen sorularla başlamasını isterdim. Bir önceki derse ya da bir gece önceki okuma metnine yönelik sorular. Tahtaya gelip soruları yazmalarını ve sonra bir grup olarak hangisiyle başlamamız gerektiğin seçmelerini ve hangilerine cevap vermek gerektiğini sorardım. Her derse bu şekilde başlamamak, benim şu anki en büyük pişmanlığım.
Ne Öğrendim? #3
Tüm gün boyunca kendinizi baş ağrıtan biri gibi hissediyorsunuz.
Bize kaç kez sessiz olmamız ve dikkatimizi derse vermemiz söylendiğini sayamadım. Böyle şeyler söylemek öğretmenler için çok normal. Çünkü öğretmenlerin zamanları önceden belirlenmiş ve bunu akıllıca kullanmaları gerekiyor. Ancak öğrencilerin yerine geçtiğinizde, gün boyunca onlara tekrar ve tekrar dersi dinlemelerinin söylenmesinden dolayı üzüntü duymaya başlıyorsunuz, çünkü aslında tepkilerinin büyük bir kısmının gün boyunca oturmak ve dinlemekten kaynaklandığını anlıyorsunuz. Bunu yapmak gerçekten çok zor. Ve hiç de her gün yapmaları için yetişkinlerden talep edeceğimiz bir şey değil.
Katıldığınız birkaç günlük konferansları ya da tüm gün süren bir toplantıyı düşünün ve günün sonunda ne hissettiğinizi hatırlayın. Orayla bağınızı bir an önce koparma ihtiyacınızı, özgürlüğünüzü ilan etme isteğinizi, koşuya çıkma ya da bir arkadaşınızla sohbet etme ya da internette gezinip e-maillerinizi okuyup kafa dağıtma ihtiyacınızı hatırlayın. İşte öğrenciler derslerimizde genellikle böyle hissediyor. Biz sıkıcı olduğumuz için değil, günün çoğunu zaten oturarak ve dinleyerek geçirdikleri için. Yeter artık dedikleri için.
Buna ek olarak öğrencilere yöneltilen iğnelemelere ve alaylara da değinmek istiyorum. Rahatsız edici bir şekilde kendimin de nasıl böyle bir iletişim yönetimini kullandığımı hatırlıyorum. Geçen yıl beni zorlayan bir sınıfta ne zaman bir sınav olsa, mutlaka birkaç öğrenci sıra haline sınav hakkında aynı soruyu peş peşe sorarlardı. Her seferinde sınıfı susturur, herkesin duyabileceği şekilde cevap verirdim.
Yine de birkaç dakika sonra muhtemelen kendini önündeki sorulara vermiş ve benim açıklamamı dinlememiş olan bir öğrenci aynı soruyu tekrar sorardı. Bazı öğrenciler, ben gözlerimi koca koca açıp bıkkın bir ses tonuyla “Pekala, bir kez daha anlatıyorum..” derken benimle birlikte gülerlerdi.
Tabii ki aynı şeyi beş kez açıklamak komik bir his. Ancak bu kez sınava giren ben olduğumda birden bire kendimi stresli ve endişeli hissettim. Sorularım vardı. Ve eğer öğretmen benim yaptığım gibi cevap verseydi sorularıma, bir daha asla soru sormak istemezdim. İki günümü öğrenci olarak geçirdikten sonra öğrencilerle empati yapmaya başladım ve iğnelemenin, sabırsızlığın ve rahatsız hissettirmenin benim ve öğrencilerim arasında bir engel yarattığını fark ettim. Bunlar öğrenmeye yardımcı olmuyor maalesef.
Eğer geri dönüp derslerimi değiştirebilecek olsaydım, şu üç şeyi hemen değiştirirdim:
Bir ebeveyn olarak yaşadığım kişisel deneyimlerimi tekrar hatırlamaya çalışırdım. Ebeveyn olmadan önce sahip olduğumun farkında bile olmadığım sabır ve sevgiyi, soruları olan öğrencilerle uğraşırken tekrar kullanırdım. Sorular, bir öğrenciyi daha iyi tanımak için ve onunla bağ kurmak için birer davet. Kapıyı ya daha fazla açarız ya da sonsuza dek kapatırız. Üstelik kapattığımızın farkına bile varamayabiliriz.
Topluluk içinde “asla alay etmek yok” benim kişisel hedefim olurdu. Öğrencilerimden bu hedefe sadık kalmam için yardım isterdim. Her hatam için bir kavanoza bozuk para atardım ve yılın sonunda bu parayla çocuklara pizza alırdım. Böylece hem onlara daha yakın bir bağ kurardım, hem de hedef koyma konusunda onlara gerçek anlamda örnek olurdum..
Sınavlarda şöyle bir yöntem izlerdim: Öğrencilerin tüm sorularını sorabilecekleri bir beş dakikalık okuma zamanı verirdim. Bu sürede kimsenin sınav sorularını cevaplamasına izin vermezdim. Bence bu çok basit bir çözüm. Sürekli tekrar eden sorularla boğuşmaktansa yıllar önce bu yolu denemeliydim.
Sonuç
Tekrar öğrenci olduğum bu iki gün içinde öğrencilere daha fazla saygı ve empati duymaya başladım.
Öğretmenler çok çalışıyor, ama artık dürüst öğrencilerin daha çok çalıştığını düşünüyorum. Sınıflarımıza girdiklerinde ya da evlerine ödev yapmaya gittiklerinde onlara verdiğimiz mesajlardan endişe ediyorum. Ve umarım daha fazla sayıda öğretmen benim gölge öğrenci deneyimimi yaşar ve edindikleri tecrübeleri birbirleriyle ve yöneticileriyle paylaşırlar.
http://www.egitimpedia.com/bir-ogretmen-olarak-iki-gunlugu…/