Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
2011 ya da 2012 yılları. Gerçekten tam hatırlayamıyorum, belki 2010 da olabilir. Bu yıllara kadar ortaokul öğrencilerine öğretmenlik yaptım. 3 yıl kadar da Gazi Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu’nda İnkılap Tarihi dersleri verdim. O güne kadar lise öğrencileriyle hiç çalışmamıştım. Okul müdürüm, bir sokak ilerideki lisede tarih derslerinin boş geçtiğini, benim orada derslere girebileceğimi, hem de fazladan ücret alabileceğimi söylediğinde kabul ettim.
Liseye gittim. Daha önceden tanıdığım bir edebiyat öğretmeni gireceğim sınıfın sınıf öğretmeniydi. Dersten önce benimle konuştu. “12 TM berbat bir sınıftır, sakın gülme, gülümseme, hiç yüz verme. Yoksa kesinlikle otorite kuramazsın tepene çıkarlar” dedi.
Söyledikleri beni çok etkilemedi. Yani korkutmadı ama merak uyandırdı. Açıkçası gülümseyince otoritenin kaybolacağı ortamı çok merak ettim. Zira yıllardır saygınlığımı gülümsememe borçluydum. Öğretmeni odada bırakıp sınıfa doğru ilerledim.
Sınıfa girdiğimde beni gören herkes ayağa kalktı. Günaydın dedim oturdular. 4-5 öğrenci oturmadı. Sanki ben yokmuşum gibi sınıfta dolaşmaya devam ettiler. Dönüp öğretmen masasına baktım. Masa yaklaşık 50 cm. yükseklikte ahşap zemin üzerine konulmuştu. Çantamı masaya bırakıp, ayaktaki öğrencilere çocuklar şu masayı ortaya alabilir miyiz dedim. Hemen koşarak gelip, masayı altındaki yüksek kürsüyle birlikte ortaya çekmeye çalıştılar. Hayır dedim. Kürsü kalsın, masayı alalım ortaya. Şaşırdılar ama masayı ortaya aldılar. Ben de sandalyeyi getirerek onlara yardım ettim. Yerlerine geçtiler. Teşekkür ettim. Bu defa yerlerine oturdular. Ayakta gezinmeyi bıraktılar. Çünkü öğretmen onları fark etmiş, görmüş, hatta muhatap almış, teşekkür bile etmişti.
Bozgunculuk sırası başka birindeydi. Tam sandalyeye oturmuştum ki masanın ortaya alınması ve yüksek kürsüden yere indirilmesiyle ilgilenen bir öğrenci, hoca bizimle eşit olduğunu göstermeye çalışıyor dedi yüzünü önündeki işinden kaldırmadan. Ne münasebet dedim. Sizinle ben neden eşit olalım ki? Ben yıllarca dirsek çürüttüm, okudum, öğretmen oldum. Yılların öğretmeniyim. Siz henüz yolun başındasınız. Aynı mesafe için çok emek vermeniz gerekli. Eşit olmaya çalışmıyorum. Sadece adil olmaya, aynı zeminde konuşmaya çalışıyorum. Kürsünün üstündeki masadan size tepeden bakmak istemedim. Olay bu… Sınıfın gürültüsü kesildi. Pür dikkat beni izlemeye başladılar.
Sınıfın “sorun” çıkarabilecek, geldiğimde beni yok sayarak ayakta gezinen öğrencilerine, ben buradayım, öğretmenim, sizinle anlaşmaya hazırım demiştim olan bitenle. Onlar da seni gördük, seni kabul ettik demiş oldular yerlerine oturarak. Geriye bir kişi kalmıştı. En inatçısının o olduğu belliydi. Henüz “teslim olmamıştı.” Hala beni yok saymayı başarabileceğini düşünüyordu besbelli. Yerinde oturuyordu ama kulağındaki kulaklığı çıkarmamıştı. Bana hiç bakmıyordu. Ancak söylediğim her şeyi dinlediğine, göz ucuyla beni izlediğine adım gibi emindim. Birazdan bunu daha net görecektim.
Çocuklar yoklama alayım. Hem isimlerinizi de öğrenmiş olurum dedim. Yoklamaya başladım. İsmini okuduklarım buradayım diyordu. Hiçbirinin adını aklımda tutmadım. Sabırsızlıkla sol arka sırada kulaklıkla oturan “asi çocuğa” gelmesini bekliyordum sıranın. Arkadaşlarının uyarısını özellikle bekleyerek, burada dedi. Yoklama bittiğinde sadece onun adını ezberledim. Çok iyi hatırlamıyorum ama Mustafa’ydı diye hatırlıyorum. Teşekkür ettim tüm sınıfa yoklama için. Ardından ayağa kalktım. Mustafa kulaklığı çıkarırsan derse başlayacağım dedim. Daha adı söylenir söylenmez bana baktı, cümlem bittiğinde kulaklığını telaşla çıkarıp cebine koydu. Müzik dinlemediğini, kulaklık takarak bana meydan okuduğunu biliyordum. Mustafa’nın adını ezberleyerek onu can evinden yakaladım.
Bizim güzel çocuklarımız. Adları ezberlenmeyen, kişi yerine konmayan, anne-babalarının sahipleri olduklarını düşündükleri çocuklarımız. Sadece ismi hatırlandığı için bile gardını indirecek kadar ilgiye, sevgiye muhtaç çocuklarımız… Elbette biz gülümsediğimiz zaman değil, tepelerinden baktığımız zaman tepemize çıkmaya çalışacaklardı. Çünkü hiçbir çocuk, hiçbir genç aşağımızda olmaya razı değildir. Birazdan Mustafa’nın bir dokunuşla nasıl harikalar yarattığını da okuyacaksınız.
Mustafa da kulaklığını çıkarttığında artık dikkatler tam olarak bendeydi. Onları etkilemeyi başarmıştım. Şimdi sıra etkiyi devam ettirerek, bunu derse dönüştürmekteydi. Çocuklar! 12.sınıftasınız ve üniversiteye hazırlanıyorsunuz. Dersleriniz birkaç ay boş geçti. Sizi 40 dakika “boğmayı” düşünmüyorum. Gelin bir anlaşma yapalım. Siz bana Tarih dersinden eksik ya da zayıf olduğunuz konuları söyleyin. Ben ilk 20 dakika size o konuları anlatayım, kalan süre size ait olsun. İster test çözün, ister müzik dinleyin, isterseniz kimseyi rahatsız etmeden sohbet edin. Var mısınız? dedim. İstisnasız kabul ettiler. Eksik oldukları konuları söylediler, not aldım. Ders bitti çıktım.
Bir insanın dikkatle bir şeyi dinleme süresi azami 20 dakikadır. Bunu eğitimciler bilir. Bir lise son sınıfında bundan fazla sürede ders anlatmaya çalışanlar kendilerini kandırırlar. Ya da idareciler onları kandırıyordur. Zorlarsanız o sınıfta öğretmenlerin deyimiyle haylazlıklar, otoriteye başkaldırılar, gürültü, patırtı, saygısızlık, ölçüsüzlük gibi her şey yaşanabilir. Kaldı ki eğer öğrenci sizden hoşlanmamışsa 5 dakika bile konuşturmayabilir. Ben de zorlamadım. “Seçeneği onlara bıraktım ki sonuçtan rahatsız olmasınlar” 20 dakika dikkatle ders dinlemeleri muazzam bir başarı olacaktı başlangıç için.
Bir sonraki hafta derse geldim. Tüm sınıf ilk günden farklı bir havada, saygıyla ayağa kalktı. Selamlaştık. Hepsi yerine oturdu. Bir tek Mustafa ayaktaydı. Hala şansını deniyordu. Sanki bütün sınıfa “olum hepiniz teslim oldunuz, ben olmam” der gibi sınıfın ortasında ben sanki sınıfta yokmuşum gibi dolanıyor, sağ elini yumruk yapmış, sağa sola savuruyordu. “Oğlum terbiyesizlik yapma, geç yerine otur. Bu ne saygısızlık?” desem nasıl hoşuna gidecek “bak ben size demedim mi?” diyecekti. Oysa ben onun düşündüğü gibi değildim. Bana bir şey anlatmaya çalışıyor diye düşündüm. Onu kucaklamaya hazırdım. Bu davranışlarını görmezden gelerek, sakin sakin masama geçtim. Göz ucuyla Mustafa’ya baktığımda, yumruk yaptığı elinin üstündeki açık yarayı fark ettim. Sakince ayağa kalktım. Gözü bende olmasa da ona doğru yaklaştığımı fark etti. Hareketleri yavaşladı. Belki ona vuracağımı düşündü, bilmiyorum. Havadaki elini tutup avuçlarımın arasına aldım. Oooo Mustafa ne olmuş elinin üstüne dedim üzülerek. Elini tuttuğum anda sakinleşti, bana döndü, yüzüme baktı. Duvara yumruk attım hocam dedi. Acıyla gülümsedim. Anne-babana vuramadın. Öğretmene vuramadın. Canını sıkan hiç kimseye vuramadın da duvara vurdun değil mi dedim. Dondu kaldı. Hocam dedi şaşkınlıkla. Bu söylediğinizi deftere yazacağım. İşte bu, işte bu dedi defalarca. Çantamı açtım. İçinden el kremi çıkartıp elinin üstündeki yaraya sürdüm. Bu yumuşatır, acısını alır, birkaç güne iyi olur dedim. Küçük bir çocuk gibi uysallıkla teşekkür edip, geçti yerine oturdu.
Yıl sonuna kadar Mustafa bir daha hiç ayakta dolaşmadığı gibi sınıfın sessiz kalması konusunda en dikkatli öğrencim oldu. Abisinin bıçakla adam yaralamaktan hapiste olduğunu, Mustafa’nın da aynı yola meyilli olduğunu o günlerde öğrendim. Sınıfta olup bitenlerden diğer öğretmenlere bahsetmedim. Çünkü bunun dedikoduya dönüşüp, Mustafa’nın kulağına gitmesini, Mustafa’nın bana olan güvenini kaybetmesini istemedim. Zamanı geldiğinde nasıl olsa konuşurdum öğretmenleriyle.
Derslerimiz sorunsuz geçiyordu 12 TM ile. Sınav günü geldi çattı. Sınava başlamadan önce sınıfa şöyle seslendim; Çocuklar! Kağıtlarınızı şimdi dağıtacağım. Siz sınav olurken ben şurada kitabımı okuyacağım. Eğer fazladan nota ihtiyacı olan olursa, sınav sonunda benimle görüşebilir. Gerekeni yapacağımdan emin olabilir. Umarım kitap okumamı bölmezsiniz. Sınıf öğretmenlerinin belalı dediği öğrencileri sınav yaparken kopyaların havada uçuşacağını hayal ediyorsunuzdur. Kağıtları dağıtıp masaya geçtim. Çantamdan kitabımı çıkartıp okumaya başladım. Sınıfın sessizliği içinde dalıp gitmişim kitaba. Bir ara gayrı ihtiyari başımı kaldırdığımda öğrencilere baktım. Hepsinin başı yerde kağıtlarına bir şeyler yazıyorlardı. Yine gülümsedim.
Günler birbirini kovaladı. Yıl sonu geldi. 12 TM sınıfında inanılmaz güzel dersler işledik. Artık onlar mezun olacak benim de bu okuldaki görevim bitecekti. Son günümüzdü. Yine öğrencilere dönüp şöyle dedim; 12 TM! Dersinize ilk gireceğim gün, sizin için çok belalı sınıf, sakın yüz verme, bi daha disiplini sağlayamazsın demişlerdi. Hiç sorun yaşamadık biz. Ne dersiniz bu konuda? Önde oturan bir kız öğrenci hocam, adamına göre dedi. Ne demek bu dedim. Şöyle hocam dedi. Siz derse ilk girdiğinizde sınıftaki birkaç öğrenci yüzünden bütün sınıfa kızıp, bağırmadınız. Birkaç öğrenci yüzünden hepimizi cezalandırmadınız. Biz de sizi üzmedik. Bir şey diyemedim. Sarıldık vedalaştık. Sonra bu mesajı öğretmenler odasındaki arkadaşlara iletip okuldan ayrıldım.
Demek kontrol edilmesi gerektiğini düşündüğünüz gençler de sizi kontrol ediyormuş. Ders vermeye kalktığınız gençler size ders veriyormuş. Demek “saygı görmek istiyorsan, samimiyet kurma” sözü çok aptalcaymış. Demek saygı görmek istiyorsan, saygı göstermeliymişsin! Demek gülümsemek ve samimiyet belayı def ediyormuş!
Bugün Saramago’yu okurken gördüğüm bir cümle yazıyı yazmam için harekete geçirdi beni;
“İtaati sağlamak için her saat rütbesini göstermek zorunda kalan bir otorite ne kadar da zavallıdır”
Acun Karadağ