Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
10 Şubat 2008 günü annem Sabahat Dökmen'i kaybettik. O benim annemdi, öğretmenimdi, dostumdu, rehberimdi. O benim çocukluğumun ve gençliğimin efsanesiydi.
10 Şubat günü, annemi, öğretmenimi, dostumu, rehberimi kaybettim. 10 Şubat günü efsanemi kaybettim. O benim, çocukluk yıllarımda, gençlik yıllarımda hiç sönmeyen sokak lambamdı.
10 Şubat günü sokak lambam söndü.
Annemin hayatımdaki etkisi çok büyüktür; planlı veya plansız, doğrudan veya dolaylı yaşantıma yön vermiştir, rehberim olmuştur. İstanbul Türkiyat Enstitüsü’nden (Edebiyat Fakültesi’nden) ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezundu, edebiyat öğretmeni ve avukattı; mesleki bilgisiyle ve yaşam tecrübesiyle beni sürekli aydınlattı; o benim okulumdu.
Ben hayatta oldukları süre içinde, babamın davranışlarını örnek aldım, annemin sözlerini ise rehber - daha da doğrusu düstur - edindim; yaşam rotamda bana deniz feneri oldular.
Altı yaşımda, roman ve tiyatro yazmaya karar vermiştim; annem Fuzuli’nin “İlimsiz şiir temelsiz duvara benzer, gayet itibarsız olur” dediğini söyledi ve önce herhangi bir bilimle uğraşmamı, sonra sanata yönelmemi öğütledi. Bunu bana bir defa söyledi ve ben bu sözünü ciddiye aldım.
Yine annem bana bir gün “Hayatta iki karar çok önemlidir; meslek seçimi ve eş seçimi.” demişti. Ben bu sözünü de ciddiye aldım; belki de bu yüzden bugün psikolojik danışma ve rehberlik alanındayım.
Ben bugün ne biliyorsam, kitaplarımda ve televizyon programlarımda ne anlatıyorsam, inanınız - abartmıyorum -hepsinde annemin bir tutam olsun katkısı vardır. Zaman zaman dile getirdiğim gerçek öykülerin ve gözlemlerin bir kısmını annemden dinledim. Örneğin çocuğuna küçük beyaz yalan söyletmeyen Alman annenin öyküsünü o anlattı bana. İstanbul’un arnavutkaldırımlarını; Kız Kulesi’nin, Kandilli’nin hikayelerini, Beşiktaş’ı, Serencebey Yokuşu’nu, Beylerbeyi sakinlerinin teşrifatını, nezaketini annem anlattı bana.
Hazır’dan sadece bir kangal sucuk isteyebilen fakir karıkocanın hikayesini, Kaşıkçı Elması’nın değerini, Divan-ı Lugati’t Türk’ün, Orhun Abideleri’nin bulunuşlarını ya da ne bileyim, bağımlı olmak ile bağlı olmak arasındaki farklılığın kültürümüzde nasıl gözlenebileceğini annem anlattı bana.
Hiç görmediğim değerlerimizle o tanıştırdı beni; Prof. Dr. Fuat Köprülü’yü, Prof. Dr. Reşit Rahmet Arat’ı, Ord. Prof. Dr. Bahar Kantar’ı, Prof. Dr. Ernest Hirsch’i, Yahya Kemal’i, Moliere’i annem anlattı bana; Tolstoy’un ve Hüseyin Rahmi’nin romanlarını nasıl yazdıklarını annem anlattı bana. Hukuk ile ahlak arasındaki ilişkinin ne olduğunu, bu dünyada nasıl hem ahlaklı hem güçlü olunabileceğini annem anlattı bana.
Annem çok şey anlattı bana; ben de onun anlattıklarını, kendi gözlemlerimle ve psikolojideki kuramsal bilgilerle birleştirip herkese anlatmaya çalışıyorum şimdi.
Ben bugün, sanırım dürüst bir insanım. Eğer dürüst isem, böyle olmamda, annem için basit, benim için muhteşem, görünürde küçük ama sonucu büyük bir davranışının etkisi vardır. Bu konudaki unutamadığım anım şu:
Altı yaşımdaydım, annemle evde yalnızdık, babam şehir dışındaydı. Bir akşam annem okuldan yorgun bir şekilde geldi, sofrayı kurdu, ben bir şey yemedim. Annem “Sana bir yağda yumurta yapayım, yersen seni çocuk bahçesine götürürüm.” dedi. Ben, yumurtayı yersem götürmeyeceğini, bu sözü laf olsun diye söylediğini düşündüm; daha o yaşta büyüklerin bu tür küçük yalanlar söylediklerini öğrenmiştim. Buna rağmen, nedendir tam bilmiyorum, galiba annemi sınamak amacıyla “Yap, yiyeceğim!” dedim. Yumurtayı yaptı, yedim; bahçeye götürmeyeceğinden emindim, gidelim diye ısrar etmedim, tahta oyuncaklarımla oynamaya başladım. Fakat biraz sonra bir de baktım ki annem sokağa çıkmak için hazırlanıyor. “Nereye gidiyorsun anne?” dedim, çok doğal bir şey söylüyormuş gibi “Çocuk bahçesine gidiyoruz ya!” dedi. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum.
Çocuklara yalan söylememek gerektiğini o gün öğrendim. Annem, dilinde küçük beyaz yalanlar da olmayan dürüst bir insandı; bırakınız rüşveti, olup bitmiş işler için verilen hediyeleri bile kabul etmezdi. Birkaç kez bütünleme sınavından geçerli not alan öğrencilerinin velileri eve hediye bırakmışlardı. Asında rüşvet sayılmayan bu davranış, samimi bir sevincin ifadesiydi. Ancak annemin buna da tahammülü yoktu. Hediyeyi hemen iade edip velileri de sıkı bir şekilde haşladığını hatırlarım. (Maddi veya duygusal sorunu olan öğrencilerine karşı çok anlayışlı ve kollayıcıydı; ama aynı zamanda çok otoriter bir insandı.)
Annemin dürüstlüğü beni etkilemiştir; üç kağıtçıları hicveden Ladesçi adlı romanım belki de bu yüzden ortaya çıktı.
Ben galiba, empati kurmayı, insanlara ve hayvanlara karşı duyarlı olmayı da başlangıçta annemden öğrendim. (İnsanları ve hayvanları, açıkça sevmeyi, örneğin hayvanları öpmeyi babamdan öğrendim.)
Köyümüzde, hastalanan koyun, sığır gibi hayvanlar ağırlaştıklarında, can çekişmeye başlarlarsa ölmeden kesebilmek için - murdar olmasınlar diye - başlarında elde bıçakla beklenirdi. (Bir açıdan bakılınca bu davranış, gerçekçidir ve yaşamı kabullenme anlamı taşır.) Ancak annem, “Hayvan can derdinde, hastalığıyla cebelleşiyor, bir de başında bıçakla oturmak nazik olmaz.” Der ve yardımcılarımızı hastanın başında oturtmazdı. Annemin bu davranışı, ölmek üzere olan, muhtemelen durumun farkında olmayan bir hayvanın bile duygularının dikkate alınabileceğini, alınması gerektiğini öğretmiştir bana.
Her şey için anneme teşekkür ediyorum.
Annem 1917 yılında İstanbul’da dünyaya geldi; hayatının son on dört yılında felçliydi, yürüyemiyordu. İlk yıllarda bu durum onu üzdü, ancak son on yılda felçli olduğunu algılayamaz oldu, önemli bir üzüntüsü, sıkıntısı kalmadı. Şuuru hep yerindeydi; torunlarına, bize şiirler okudu, hikayeler anlattı; hukuki konularda fikrini sorduk. Şuuru yerindeydi ancak zihni iki konuda gerçek dışı bir inanç geliştirdi, annesinin ve kocasının (babamın) ölmediğini düşündü, birçok bana “Git annemle babanı bul getir, dışarıda tek başlarına yapamazlar.” demiştir. Bunun dışında zihni son yıla kadar pırıl pırıldı. Güzel yaşadı, güzel öldü.
On dört yıl boyunca, eşimin ve kızlarımın desteğiyle aynı evde oturabildik; ailece onunla konuştuk, şakalar yaptık, onu öptük. (Eşim ve ben, öldükten sonra da onu öptük.) Bizim için anneme bakmak doğal bir şeydi; ancak eşimin annesi, babası ve ablaları için de anneme bakmamız, doğal, aksi düşünülemez bir şeydi. Hepsine, hepsine teşekkür ediyorum.
Annemin ara ara okuduğu şiirlerden birisinde “Seninle olan rabıtamız hoş bir iptila idi” şeklinde bir mısra vardı. Evet, annemle olan rabıtamız hoş bir iptila idi.
Annemi özleyecek miyiz? Sanırım hayır. O, rehberimiz olmaya, yanımızda olmaya devam edecektir.
Not: Babam Salih Dökmen, elli yıl annem Sabahat Dökmen’in eşi ve sevgilisi olmuştur; babamın ölümüne kadar hep el ele yürürlerdi. Annem 10 Şubat 2008’de aramızdan ayrıldı, onu 11 Şubat’ta babamın yanında toprağa verdik. Üç gün sonra da Sevgililer Günü’ydü, iki sevgili Sevgililer Günü’nde birlikte oldular. Onlardan öğrendiğimiz değerleri devam ettireceğiz.
Küçük Şeyler 3 / Sayfa 11 / Remzi Kitabevi