Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Birinci sınıf ve anaokulu arasındaki fark çok fazla görünmeyebilir, ancak 90'ların ortalarındaki birinci sınıf deneyimimle ilgili hatırladığım, e-postasında tarif ettiği anaokuluyla eşleşmiyor
Günde üç buçuk saat okuma yazma dersi, günde bir buçuk saat matematik dersi, günde 20 dakika “fiziksel aktivite zamanı” (resmi olarak “teneffüs” diye adlandırılması yasaklandı) ve iki tane okulun dördüncü haftasında yapılan 56 soruluk okuma yazma ve matematikle ilgili standart test.
20 öğrenciye hiçbir yardımcısı olmadan öğretmenlik yapan bu deneyimli öğretmen, okuma yazma dersine 30 dakikalık “bloklar, bilim, mıknatıslı harfler, kelime pratiği için oyun hamuru ve harf kalıpları, kitaplar ve hikaye anlatma” gibi farklı yöntemleri kullanma zamanını eklemek için savaş vermek zorunda kaldı. Ama sınıfındaki esas “tartışmalı” alan, geçen yıl müdürün kaldırmayı denediği oyuncak bebek ve oyuncak yiyecekler bölümü. Tüm bunların altında yatan sebep ise çok açık: Artık anaokulunda oyun için zaman yok.
Eğitim politikası araştırmacısı Daphna Bassok önderliğinde Virginia Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, 1998 ve 2010 yılları arasında Amerikalı anaokulu öğretmenlerinin katıldığı anketlere verdikleri cevaplar analiz edildi. “İncelediğimiz her boyutta, akademik eğitime daha fazla odaklanmaya doğru büyük değişimler yaşandığını gördük. Özellikle de okuryazarlığa ve okuryazarlık konusunda çok daha gelişmiş becerilere doğru,” diyor Bassok.
Çalışmada çocukların anaokulunda okuma yazma öğrenmesi gerektiğini düşünen öğretmenlerin sayısı 1998’de yüzde 30 iken bu oranın 2010 yılında yüzde 80’e yükseldiği görülüyor.
Bassok ve ekibine göre Amerika’nın anaokullarında okuma yazmaya ayrılan süre artarken, sanata, müziğe ve çocuk tarafından seçilen aktivitelere (serbest oyun gibi) ayrılan zaman belirgin bir oranda azaldı. Öğretmen tarafından yönetilen ders anlatımı artarken, ders kitaplarının ve çalışma kağıtlarının kullanımında da çarpıcı bir artış görüldü.
Son iki senedir yaşadığım ve beşinci ve altıncı sınıflara ders verdiğim Finlandiya ise anaokulu spektrumunun diğer ucunda yer alıyor. Finlandiya’da çocuklar 6 yaşında “okul öncesi” denen zorunlu ve ücretsiz bir eğitime başlıyorlar. Ve bu çocuklar, okuldaki günlerinin çok büyük bir bölümünü oyun oynayarak geçiriyor, çalışma kağıtları doldurarak değil.
Finlandiya okulları yakaladığı başarılarla son yıllarda tüm dünyanın ilgisini üzerine topladı. Ancak Finlandiya’daki küçük çocukların nasıl bir eğitim aldığına dair elimizde yeterli bilgi yok. Ben de geçtiğimiz ay, tipik bir okul gününün dört saat sürdüğü bir Finlandiya devlet anaokulunu ziyaret etmeye karar verdim.
Okulun oyun alanına yaklaştığımda, 5 ve 6 yaşındaki erkek çocuklardan oluşan bir “ordunun” zikzaklar çizerek etrafta koşturduğunu gördüm. Bazıları ise kafalarını yerden hiç kaldırmadan küçük kürekleriyle toprağı kazıyorlardı.
Saat 9:30’da bahçedeki çocuklardan Sabah Çemberi isimli bir aktivite için sıraya girmeleri istendi. Bahçedeki tüm çocuklar erkekti, kızlar ise içeride kutu oyunları oynamayı tercih etmişti. Erkek çocukları bir saattir bahçede oynuyor olsalar da daha uzun oynamak için öğretmenlerine yalvarmaya başladılar. Onlara yaklaşıp oyun alanında neler yaptıklarını sordum.
“Baraj yapıyoruz” dedi üç çocuk aynı anda.
“Başka bir şey yapmıyor musunuz?” dedi öğretmenlerden biri.
“Hayır yapmıyoruz” dedi çocuklar.
“Çocuklar oyun aracılığıyla o kadar iyi öğreniyorlar ki… Yaptıkları şeyle o kadar ilgililer ki öğrendiklerini bile fark etmiyorlar” diyor anaokulu öğretmenlerinden Anni-Kaisa Osei Ntiamoah. “Çocuklar oyun oynadıklarında dil, matematik ve sosyal etkileşim becerilerini geliştiriyorlar.”
Ntiamoah’ın meslektaşları da, okulun müdürü Maarit Reinikka da onun oyun tabanlı öğrenmeden duyduğu heyecanı paylaşıyorlar: “Bir öğretmenin ‘Kaleminizi alın ve sessizce oturun” demesi bir çocuğun öğrenmesinin doğal bir yolu değil” diyor okul müdürü. Finlandiya’daki eğitimciler el yazısı gibi masa başı çalışmalarına haftada sadece bir gün ayırıyorlar. Finlandiya’nın tüm anaokullarında olduğu gibi bu okulda da öğrenciler, geleneksel kağıt-kalem egzersizlerini yapmak için çok nadir oturuyorlar.
Öğretmenler okulda “tipik bir anaokulu günü” gibi bir şey olmadığını söylüyor. Günlük rutin yerine günde birkaç büyük aktiviteden oluşan haftalık bir program var. Bana gösterdikleri programda Pazartesi günleri gezilere, top oyunlarına ve koşuya ayrılırken, benim ziyaret ettiğim gün olan Cuma günleri ise şarkılara ve sınıf içinde oyuna ayrılıyor.
Toplu şarkı zamanı olan Sabah Çemberi bitince çocuklar dağıldı ve kendi seçtikleri oyunlara yöneldiler. Sınıfta çarşaflarla kale yapma köşesi, sanat ve el işi köşesi, dondurma dükkanı köşesi bulunuyordu. Dondurma masasına geçen çocuklardan dondurma satın almak istedim. Elimdeki (sahte) 10 Euro’yu uzattığımda küçük kasiyer kendinden emin bir şekilde elindeki fiyat listesine baktı. Uzun bir sessizlikten sonra öğretmeni siparişimin fiyatıyla 10 Euro arasındaki farkı hesaplaması için ona yardım etti. Paramın üstünü aldığımda dondurmamı yalar gibi yaptığımda küçük kızlar çok eğlendi.
Bütün sabah boyunca öğrencilerin iki farklı şekilde oynadığını fark ettim: Biri spontan ve serbest oyun şeklinde (erkek çocukların baraj inşa etmeleri gibi), diğeri ise biraz daha öğretmen rehberliği eşliğinde ve daha pedagojik (dondurma satan kız çocuklarınınki gibi).
Finlandiya, anaokulu öğretmenlerinden, her anaokulu öğrencisine düzenli olarak oyunla öğrenme fırsatları – oyunun her iki türünü de içeren – sunmalarını talep ediyor. Üstelik önümüzdeki sonbahar devreye girecek olan yeni müfredatta oyuna hiç olmadığı kadar fazla vurgu yapılıyor.
“Çocuklar için oyun öğrenmenin çok etkili bir yolu. Çocukların neşeyle öğrenmelerini sağlamanın bir yolu olarak oyunu kullanabiliriz” diyor müdür Reinikka.
“Neşe” kelimesi beni hazırlıksız yakaladı. Amerika’daki eğitim hakkındaki tartışmalarda bu kelimenin kullanılmasına kesinlikle alışık değilim. Ama Reinikka ülkenin erken çocukluk dönemi eğitim programının “neşeye” büyük ağırlık verdiğini, bir öğrenme kavramı olarak müfredatta oyunla birlikte yan yana açık bir şekilde yazılı olduğu söylüyor. “Eski bir Fin deyişi şöyle der: Neşe duymadan öğrendiğin şeyleri kolayca unutursun.”
Bir Finlandiya anaokulunu iki saattir geziyor olmama rağmen çocukların okuduğunu hala görmemiştim. Ama Sabah Çemberi’nde bolca alkış eşliğinde heceleme ve kafiye duymuştum. Aklıma üniversitedeki eğitimimde öğrendiklerim geldi: Fonetik farkındalığı oluşturmak – yazılı dili içermeyen sesleri tanıma becerisi – okuryazarlık gelişiminin temeli olarak görülüyordu.
Öğle yemeğinden hemen önce öğretmen, ağzına kadar çocuk kitaplarıyla dolu bir sepet çıkardı. Ancak 5 ve 6 yaşındaki bu çocuklar için “okumak” iki yaşlarındaki bir çocuğun kitaplara yaklaşımına benziyordu. Sınıfın farklı köşelerinde oturan öğrenciler, kitapların sayfalarını çevirdi, resimlerin tadını çıkardı ama en önemlisi kelimeleri çözmeye çalışmadı. Öğretmen, sınıfındaki 15 çocuktan sadece birinin şu anda hece hece okuyabildiğini söyledi. Ona göre çoğu senenin sonuna kadar okumayı öğrenecekti. “Biz onları zorlamıyoruz, onlar buna hazır oldukları için öğreniyorlar. Eğer çocuk istekli ve ilgiliyse, biz o çocuğa yardım ediyoruz” diye anlatıyor öğretmen.
Bir zamanlar Finlandiya’da – çok eski bir zaman değil – anaokulu öğretmenlerinin çocuklara okumayı öğretmesi yasaktı. Bu, ilkokul öğretmenlerinin işi olarak görülüyordu. Ama tıpkı Amerika’da olduğu gibi işler değişti. Bugün artık Finli öğretmenler, eğer bir çocuk öğrenme konusunda “istekli ve ilgili” ise okumayı öğretme konusunda özgürler.
Tüm ülkede, anaokulu öğretmenleri ve velileri bir bireyselleştirilmiş öğrenme planı yapmak için sonbaharda buluşuyorlar. Bu plan, çocuğun ilgi alanları ve hazırlık düzeyleri ile şekilleniyor ve okumayı öğrenme hedefini de içeriyor. Finli öğretmenler, okumaya hazır olan anaokulu öğrencilerine bile eğlenceli ve oyunlu bir şekilde okumayı öğretmenin mümkün olduğunu düşünüyorlar.
Bu arada Atlantik Okyanusu’nun karşı kıyısındaki anaokulu öğrencilerinin yılın sonuna kadar çok daha karmaşık okuryazarlık becerileri öğrenmeleri bekleniyor. Mesela her sayfada iki ya da üç cümlelik zor ve öngörülmeyen metinlerin olduğu kitaplar okumak gibi. Ülkedeki çocukların yüzde 22’sinin yoksulluk içinde yaşadığı Amerika’nın anaokulu çocuklarından okuma konusunda beklentileri hayli yüksek. Ancak öğretmenlerin okuma yazma öğretme ya da öğretmeme konusunda hiçbir seçim hakları yok.
Oysa okumayı anaokulunda öğrenmenin çocuklara sağladığı herhangi bir uzun vadeli faydadan bahseden tek bir bilimsel kanıt yok elimizde. O zaman belki de şunu sormamız gerekiyor: Eğer beş yaşından itibaren okumayı öğrenmenin sağladığı hiçbir avantaj yoksa, bu kadar erken yaşta okumaya başlamanın dezavantajları olabilir mi?
Finlandiya’daki anaokuluna yaptığım ziyaretin sonunda 22 çocuk ve iki öğretmenin katıldığı bir doğum gününe katılma şansım oldu. O haftanın doğum günü çocuğu sınıfın önündeki sandalyeye arkadaşlarına ve öğretmenlerine dönük bir şekilde oturdu. Karşısındakiler yarım ay şeklinde oturuyorlardı. Çocuğun yan tarafında üzerinde mumluk olan bir masa vardı.
Mumlar yakıldıktan sonra herkesin hep bir ağızdan “İyi ki doğdun” şarkısını söylemesini bekledim ama öyle olmadı. Kafasında bereye benzer bir şapka ve omzunda bir postacı çantası olan bir sınıf arkadaşı onu elinden tuttu ve iki çocuk dans ederken biz de bir Finlandiya çocuk şarkısı olan “Küçük Postacı Çocuk” şarkısını söyledik.
Şarkı bittiğinde küçük postacı bir kart çıkardı ve arkadaşına verdi. “Bunu okumana yardım etmemi ister misin?” diye sordu öğretmenlerden biri. “Yardım edin,” diye cevap verdi çocuk. Okumayı henüz tam olarak öğrenemediğine dair bir ipucuydu bu. Çocuğun yüzüne dikkatlice baktım. Yüzünde utanmaya dair herhangi bir belirti olup olmadığını görmeye çalıştım. Hiçbir belirti yoktu. Sonra şöyle düşündüm: Neden utanmış hissetsin ki kendini?
Yanmakta olan altı mum bana onun sadece bir çocuk olduğunu hatırlattı.
Kaynak: http://taughtbyfinland.com/the-joyful-illiterate-kindergartners-of-finland/