Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu...
Sizin değil çocuklarınız
Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar
Sizden geldiler, henüz sizinledirler;
Ama sizden ya da sizin değildirler
Sevginizi verebilirsiniz onlara,
Düşüncelerinizi değil
Bedenlerini barındırabilirsiniz ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yarının evlerinde barınacak
O evler ki
Düşünüzde bile göremeyeceksiniz.
Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz
Onları kendiniz gibi yapmaya değil.
Böyle diyordu, Kahlil Gibran. Nedir eğitim, neyi amaçlar? Eğitimle ilgili söylenecek çok şey var. Eğitim deyince gençliğin yalnız bir bölümünün sorunları geliyor akla. Oysa gençlik içinde çeşitli gruplar var. Örneğin çalışan gençlik… Çocuklar; Çoğu okul-okuma çağına gelmiş çocuklar, yoksul ve çalışan çocuklar, emekçi çocuklar… Okuyan çocuklar; İlköğretim, ortaöğretimde okuyan çocuklar, liseliler ve üniversiteliler…
Gençliğin sorunları, eğitim sorunları ülkenin sorunlarından ayrı düşünülemez. Çünkü onlar geleceğidir toplumun. Ne diyor şiirde; “Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar.” Çünkü onlar yarınlarıdır toplumun ve bu yüzden önemlidir, gençlik…
Osmanlılar ve Selçuklular döneminde eğitim dine dayalıydı, yani medrese sistemiydi. Öğretmenler de dolayısıyla sadece din adamı ya da biraz matematik ya da mantık bilgisi olan din adamıydı. 16.Yy’dan itibaren batılı anlamda eğitim kurulları gelişince din eğitimi ve batılı eğitim kurulları şeklinde ikiye ayrılmıştı. Sıbyan mektebi denilen ilkokul düzeyindeki eğitim kurumları yanında medreseler yani üniversite düzeyinde verilen eğitime batılı usullerin girmesiyle askeri teknik ve ihtisas okullarıyla genel eğitim kuruluşları da katıldı.
Osmanlılar 17.Yy sonlarına kadar feodalitenin hâkim olduğu bir Avrupa ile karşı karşıya idi. Bu yüzden Avrupa’nın içlerine kadar genişlemesi ve askeri başarılar elde etmesi hiç zor olmamıştı. Ancak bu yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da yaşanan birtakım ekonomik ve politik olaylar Avrupa’nın gelişmesine neden olmuş buna karşılık başarısızlıkları sadece askeri temele dayayan Osmanlı gerileme içine girmiştir. 18.Yy’da Avrupa’da buhar makinesinin bulunuşu, sanayinin gelişmesini sağlamış, bununla rekabet edemeyen Osmanlı ekonomik düzeni dokuma sanayindeki üstünlüğünü de Avrupa’ya kaptırmıştır. Rönesans ve reform gibi hareketler, yeni coğrafi keşifler ve sonuçta ikinci Viyana kuşatması bu başarısızlığı Osmanlıya çevirdi. Tanzimat-ı Hayriye (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) gibi Osmanlı’nın batıya uyumu konusunda gösterdiği çabalar yeterli olmayacak, eğitime doğrudan katkısı olmayan bu gelişmelerle aksine zararlı da çıkılacaktır. Osmanlının içinde barınan farklı kültürlere eşitlik getireceği ifade edilen sözleşmelerle dünya görüşleri zıt hatta birbirlerine düşman kuşakların yetişmesi sonucunu doğacaktı.
İkinci Abdülhamit’in devlet yönetiminde olduğu 1876 yılındaki Kanuni Esasi’yle başlayan ve 1908’e kadar süren (birinci ve ikinci meşrutiyet arası) dönemde eğitim nicelikçe gelişme göstermiş ancak nitelikte tersi olmuştur. Teknik bakımdan batıya eğilen Abdülhamit siyasal ve sosyal gelişmelere sırtını dönmüştü. Bu dönemde eğitimden sorumlu siyasetçiler batıda bu alandaki gelişmelerden habersiz, burada yetişmemiş kimselerdi. Batıda okuyan tek kişi olan ve kısaca adı Münif Paşa olarak da bilinen Mehmet Tahir Münif Efendi ise bu dönemin hem çekingen hem tutucu biri olarak eğitim hareketlerinde büyük rol oynamıştı. Bu dönemde eğitimin modernleşmesini engelleyen en büyük nedenlerden birisi de kitap, gazete ve dergi gibi yayınlara gösterilen baskıydı. Sansür kurumunun gelişmesi bu dönemde olmuştur. Modern eğitim veren teknik okulların açılması için İngiltere, Fransa, Almanya hatta ABD gibi sömürgeci devletlere tavizler verilmiş, Osmanlının ileri gelenlerinin çocuklarının bu yabancı okullarda yetiştirildiği görülmüştür. Abdülhamit’in tek adam ve devletin en etkili kişisi oluşu gelişmelerin çok yönlü olmayışı sonucunu doğurmuştu.
İkinci Meşrutiyet’in 25 Temmuz 1908’deki ilanıyla birlikte eğitimde tartışma ve bocalama yıllarına girilir. Önceleri ikinci Abdülhamit’in baskılarından henüz kurtulmaya çalışan sosyal-siyasal hayat sonraları olumlu gelişmeler gösterince Osmanlı devletinde o zamana kadar görülmeyen esaslı bir fikir akımı meydana getirmişti. Böylece herkes imparatorluğun geçmiş ve geleceği hakkında düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya başladı. İkinci Abdülhamit devrinde batıya gidenler geri döndüklerinde Fransa’da gördüklerinin Osmanlı’da tatbik edilmesini talep ediyorlardı. Eğitimden sorumlu bakanların sık sık değişmesi eğitimdeki gelişimi engellemiş yapılan savaşlarla ortaya çıkan sıkıntıyla güçlükler de buna eklenmişti. Mehmet Emin gibi kişiler Batılılığı savunurken Ziya Gökalp gibi zamanın bazı mütefekkirleri ise çekingen davranınca farklı görüşler etkili olmaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilanına kadar süren bu dönemde üzerinde durulan eğitimle ilgili konuların başında, mahalli dil ile öğretim, harflerin değiştirilmesi, eğitim ve öğretimde uluslaşma, azınlık ve yabancı okullarının Türkleştirilmesi, kızların yüksel tahsile alınması, din derslerini çoğaltma arzuları ve Türk dilinin ıslahı teşebbüsleri vardı. Tanzimatla birlikte gerçekleşen değişimle, eğitim kuruluşlarının bir kısmı vakıf sistemi bir kısmı da Maarif Nezareti’ne bağlı olarak sürdürülmüştür. Devletin olanaklarının yetersiz oluşu eğitim kurumlarında gerileye yol açarken fakir halk çocukları için medreseler en uygun yerler olarak görülmeye devam etmiştir. Ulusal savunma, sağlık, tarım, güvenlik gibi temel hizmetlere dönük alanlarda eğitim kurumları birleştirilip devlete bağlanmamış, medreseler de şeriat makamlarının etkisiyle bütün yeniliklere karşı koymuştur. Bir yanda halktan kopuk mektepliler diğer yanda halka ait medreseler olmak üzere birbiriyle çatışan iki farklı kesim ortaya çıkar. Eğitim işe dönük değildir ve toplumla ilgisi yoktur. Yüksek öğrenim, devletin gereksinme duyduğu insan gücüyle bilim adamlarını yetiştiremiyordu. Yetenekli öğrencilerin yoksulluğu ve ortamları onların gelişimini engelliyordu. Modernleşme hareketinin temelleri atılmakla birlikte bazı çabalar bocalamaların ötesinde çözüm bekleyen sorunlar olarak Osmanlı’dan TC’ye devredilmiştir…
Günümüze doğru gelirsek…
Özellikle 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK toplantısının hemen ardından gündeme taşınan bir konuydu, 8 yıllık zorunlu eğitim tartışması. Yeşil sermayenin güçlenip de siyasal islamın yükselişiyle birlikte özellikle, imam-hatiplerin orta kısmının kapatılmasına duyulan tepkiye bağlı olarak liselerinin de kapatılacağının sanılması 8 yıla karşı bu kesimlerde büyük bir tepki doğurmuştur.
Zorunlu eğitimdeki artış aslında bir sonun başlangıcıdır. Neyin? Oy ve iktidar uğruna yıllarca verilenlerin… Neyin? İnançları sömürerek halkı kandırma yanlışına düşmelerin…
Neden?
Hani irticanın sinyalleri geliyordu, hani laik cumhuriyet kavramına eğik çizgiler çekmek kimsenin kanacağı bir yalan değildi artık ya!
Demokrasi inançların değil, fikirlerin çarpışmasıydı çünkü…
Sonra sanki yeni bir tartışma konusuymuş gibi sürülmüştü önüne halkın 8 yıl. Eğitim üzerine birçok tantana kopartılmıştı. Ardından belki 30 yılın türban sorunu bugünün meselesi gibi sunulmaya çalışılmıştı. 8 yıl üzerine birçok aritmetik hesaplar yapılmıştı. Toplandı, çıkarıldı, çarpıldı, bölündü. Sonra dönüp dolaşıp yine aynı yere geldiler. 2 yıl artı 5 yıl artı 3 yıl artı 3 yıl artı 5 yıl artı 2 yıl gibi. Eklenen sadece beşin önüne iki yıl ana eğitim ardına da fazladan üç yıl orta ilköğretimden eklemekten ibaretti. Bunun için yani 5 yıla bir 5 yıl daha eklenmesi için koparılmıştı bütün yaygara.
8 yıl ve türban gibi konular tartışılırken eğitimin temel sorunlarına gençliğin saydığımız tüm kesimlerinin sorunlarına yine çözüm getirmekten uzak kalınmıştı. Eğitim içeriğiyle şekillendirmeci iken konuşulan konular açısından da aynı doğrultuda açmaza sürüklenmeye başladı. Soruna ideolojik değil gerçekçi çözümler getirilmesini isteyenler eğitimin bir sorunlar yumağı olduğunu ve çözümlenmesi gerekli birçok yönünün bulunduğunu söylediler. 5 yıllık eğitim uygulayan devletin artık kalmadığı, zorunlu eğitim süresinin dünyanın her tarafında anaokullarından başladığı, üstelik 8 yıllık eğitimle ilgili yasa TC tarafından çeyrek Yy önce kabul edilmişken bu tartışmayı aşmamız gerektiği ve önemli olan sürenin değil eğitimin kaliteli ve parasız olmasının ve nitelik tartışmasının yapılması gerektiği de vurgulanmıştı.
Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitim bilimciler eğitimi bireyin kendi yaşantısı yoluyla davranışları üzerinde istendik (hedeflediği) değişiklikleri yaratma süreci olarak tanımlar. Eğitimin tarafları başta öğreten ve öğrenendir. Yani öğretici (öğretmen), öğrenci…
Öte yandan Türkiye’de eğitim çağındaki nüfusun yapısal özellikleri göz önüne alındığında tablo hiç de iç açıcı değildir. Sayılar genel nüfusa göre ülkede her 5 kişiden birisinin okuma-yazma bilmediğini göstermekteydi. Okur yazar nüfusun önemli bir kısmı sadece 5 yıllık eğitimi bitirmiş kimselerden yani ilkokul mezunlarından oluşmaktaydı. Kadınlar arasında okur yazarlık oranı ise çok düşüktü. Eğitimde gözlenen iki temel sorun ezbercilik ve içe dönüklük, pratik alandan, sosyal yaşamdan kopukluk, toplumla bütünleşmemiş olmaktı.
İşte zaten imam-hatipler de kanundaki boşluktan değil de eğitimdeki zayıflıktan ortaya çıkmış kurumlar değil miydi? Ve bozuk eğitim sistemine alternatif arayışlar içinden orta çıkartılmamışlar mıydı?..
Yoksul bir ülkede yaşıyoruz. Yoksulluk ebeveynlerden çocuklara geçen bir miras gibidir. Çocuk işçiliğin nedeni de yoksulluktur. Ailesinin gelirine muhtaç olması nedeniyle çalıştırdığı çocuk 3-5 yıl sonra vasıfsız bir işçi olarak yeni bir yoksul ailenin ebeveynlerinden biri olmaya adaydı. 8 yıl sayesinde erken iş hayatına atılmak yok, hiç olmazsa 7-15 yaş grubu çocuklar iş yaşamından çekilecek deniyordu. Ama eğitimin parasız olduğu belirtilen ülkemizde artan kayıt ve karne paraları, harçlar, zorunlu tutulan bağışlar vs. unutulup ya da göz ardı edilerek… Bunlar temel eğitim de bile paralı eğitimin somut göstergeleri olarak görünüyor ve çözüm sunulmuyordu.
Eğitimde paralı bir kişiliksizleştirme düzeni hüküm sürüyor…
Ekonomik ve kültürel işlevi yanında fırsat eşitliği sağlaması gereken eğitim kurumları toplumun alt gelir gruplarını ise dışlıyordu. Oysa eğitim kurumlarının amacı sermayeye ucuz ve yedek işgücü ordusu yetiştirmek değil özellikle kol ve kafa emeği arasındaki derin uçurumu nitelikli işgücüyle dolduracak insanları yaratmak olmalıydı. Düzen yanlısı partilerin adeta devrim yaptık edasıyla lanse ettikleri değişiklik akademik ve bilimsel eğitime yönelik ciddi adımlar atılmadığı takdirde hiçbir işe yaramayacaktır.
Ancak 8 yıl, eskiye artı bir 3 yıl daha ilave etmekten başka hiçbir işe de yaramadı. Sonuçta okuyan 3 yıl daha fazla okuyabilecekti. Sonra!..
Ekonomisi sürekli krizde olan bir ülkenin doğal olarak eğitimi de krizde olacaktır. Okumayı sürdürebilenler bile parası olanlarla yarışa sürüldükleri bir ortamda ya ucuz işgücü ya da kalifiye işsiz olacaklardır. Sıradan üniversitelerin durumu ortadadır. Türkiye araştırma yoksulu bir ülke. Eğitim harcamaları geri bir ülkede ne, nerede ve kimden öğrenilecektir ki.
Dekanlar bile birbirleriyle anlaşamayıp YÖK denilen cenderenin altında sürekli ezilirken öğrenciler derdini kime ve nasıl anlatacaktır.
Üstelik 15 yaşında çocukların DGM’lerde yargılandığı bir ülkede…
Oysa demokrasi çözüm üretebilen, esnek düşünebilen insanlara ihtiyaç göstermiyor muydu? Yani aslında bu ülkede eğitimci de demokrasi istiyordu.
Sıkıştıkça başvurulan Batının çözümleriyse belliydi. Yoğun ders saatleri, boş zaman değerlendirme merkezleri, kültürel ve sportif etkinliklere katılım olanakları sağlayan sınırlı kurumlar, kurallar, yasalar vs…
Oysa ülkemizde millet mekteplerinden sonra “köy enstitüleri” ve “halk evleri” gibi topluma çok uyan ve eğitimi burjuvazinin tekelinden kurtaran bir açılım, önemli bir deneyim örneği de yaşanmışken… Önce çevreyle bütünleşmiş, gereksinimleri karşılayan, ileri aşamada bölgelere göre hazırlanan programlar, nihayet yüksek öğretime çağdaş, bilimsel ve teknik gelişmelerin hızına ayak uydurabilecek demokratik, parasız bir eğitim sistemi.
12 Eylül 1980 askeri darbesi, üzerinden geçen onca yılla ve kendiyle birlikte birçok demokratik unsuru da üniversite içinden uzaklaştırmıştı. Yüzlerce, binlerce öğretim üyesi, üniversite öğrencisi fişlendi, mahkemelerde yargılandı. Sırf ilerici ve demokrat oldukları öyle bir üniversite savundukları ve özlemleri için…
Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu. Üniversite sorunları hala çözülememiş, sorunlar çığ gibi büyümüştü. Ayıklama yani, her yıl değişen üniversiteye seçme biçimi açıkta kalan binlerce gence yenilerinin eklenmesini de önleyemiyordu. Ve bugünkü eğitimdeki, kültürdeki yozlaşma, 12 Eylül’ün ürünü olan YÖK’ün en büyük eseri idi.
Üniversitelerle ilgili sorunlar 6 Kasım 1981’de, YÖK’ün kurulmasıyla yeni bir boyut kazanmıştı. YÖK, yani “Yüksek Öğretim Kurulu” kuruluşuyla birlikte çıkartılan bir sürü kanun ve yönetmelikle alabildiğine otoriter, müdahaleci, denetleyici bir yapıya dönüşmüştü. YÖK’ün kurulmasının altında yatan neden de buydu zaten. Siyasal iktidarların ısrarla Üniversitelerarası Kurul’un yani en yüksek üniversite organının üstünde bir yüksek öğretim kurulu kurmalarının altında yatan neden buydu. Üniversiteleri denetleme ve baskı altında tutma isteği.
Ancak geçen süreçle birlikte üniversite öğrencileri ve üniversite çalışanları tarafından bu baskıcı, dayatmacı kuruma karşı tepkiler oluşuyordu.
Seçimle yani demokratik bir şekilde göreve gelen üniversite çalışanları birtakım atamalarla görevlerinden uzaklaştırılmaya başlandı. YÖK’e bağlı üniversite elemanları bütün bilimsel kurumlarda olması gerektiği gibi görevini, bilimin evrensel yasaları ve gücü çerçevesinde yerine getirmesi gereken ve bu anlayış doğrultusunda üniversiteleri geliştirmek olan YÖK’ün bile kendi koyduğu ilkelerine karşı aykırı çalışmalar yaptığını öne sürmeye başlamışlardı. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Eski Başkanı Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu’nun deyişiyle üniversitelerdeki tarikatçı ve şeriatçı kadrolaşma, imam-hatip liselerinden bile daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Hatta gerici ve ırkçı kadroları Anadolu’ya yaygınlaştırmak için dönemin siyasal güçleri tarafından bir gecede kurulan üniversitelerin YÖK’ün kendi yaptığı araştırmasında da başarısız olduğu ortaya çıkmıştı…
YÖK’e karşı üniversiteli gençliğin en büyük silahıysa en başta öğrencilerin bu kurula karşı haklarını savunmak ve demokratik tepkilerini ortaya koymak için kurdukları örgütlü güç olan öğrenci dernekleriydi. Daha dernekler yasası tasarısı tartışılırken üniversite gençliği Anayasa’nın 33.maddesi çerçevesi içinde derneklerini kurmuşlardı bile.
Ancak tasarı YÖK tarafından getirilen 59.maddeyle büyük bir darbe almıştır. Öğrencilerin derneklere üye olmaları rektörlerin iznine bağlanırken bir anayasal hak gaspa uğratılmıştır. Tasarı arkasından bir bir kurulan öğrenci dernekleri adına kuruldukları üniversitelerin tüm öğrencilerini en doğal üyesi olarak kucaklıyor, “alınan kararlara büyük bir çoğunluk katılmalıdır” gibi saçma, haksız mantıkla ise darbe alıyordu.
Oysa öğrenci dernekleri oluşturulacak dernekler yasasıyla kazanacağı yasal kimlikle gençliğin katılımının temel araçlarından ve dayanağı ise anayasanın örgütlenme ile ilgili maddesinde var olan demokratik yığınsal örgütlerinden biri olacaktı.
Öğrenci dernekleri mesleki eğitimde yetersizlik, gördükleri eğitimden hoşnutsuzluk, gelecekle ilgili kaygı, ilgisizlik, sevgisizlik vs. yığınla soruna karşı üniversite gençliğinin özlem duyduğu üniversitelere kavuşmak, sınav ve yönetmeliklere, paralı eğitim sistemine, atılmalara, disiplin yönetmeliklerine hayır diyebilmek için kurdukları demokratik öz örgütlenmeleri olacaktı.
Öğrenci derneklerinin kapatılmasının ardından onların yerine oluşturulmaya çalışılan öğrenci temsilci kurulları kısaca ÖTK’ler ise, öğrenciler tarafından hem samimiyetten uzak hem de sorunların çözümlenmesine yakın bulunmadı. Güya ÖTK’lerin niteliğini öğrenci kitlelerinin gösterecekleri inisiyatif belirleyecekti. Ama nasıl?
YÖK’le ilgili siyasal iktidarın yeni düzenlemeleriyle birlikte ÖTK’lerde de seçimler apar topar yapılmaya başlanmış, öğrenci derneklerinin yerleri doldurulmaya çalışılmıştı.
ÖTK’lerin yapısından doğan ve daha başta ÖTK’lerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle öğrenci kesimin bu kurulların çatısı altında örgütlenmeleri gerçekleşmedi. Geçmişte öğrenci dernekleri baskıcı ve yasakçı yönetimlerce ideolojik ve siyasi amaçla kurulmuş öğrenci örgütleri oldukları ileri sürülerek kapatılmışlardı. Gençliği potansiyel suç unsuru olarak da gören bu zihniyet ÖTK’lerde de benzer bir sürecin yaşanacağını varsayarak öğrenci derneklerinin üzerinde bazı kısıtlayıcı koşullar dayatmıştı. Örneğin, temsili sınırlayan üyelikle alakasız disiplin ve başarı gibi seçilebilme önkoşulu koymuştu. En önemlisi de derneklerin siyasal amaç taşımamasıyla ilgili bir zorunluğun öne sürülmesiydi. Aslında amaçlanan katılımın engellenmesi, üniversitelerde bir kişiliksizleştirme ve depolitizasyonun sürecinin devreye sokulmasıydı.
Bahane zaten hazırdı. 58.maddeyle geçmişte öğrenci derneklerini kamu yararına bir dernek statüsünde çalışmaya zorlayan koşulun katmerlisi tekrar uygulamadaydı. Oysa geçmiş örgütlenmelerinde öğrenci derneklerinin büyük bir rolü ve etkinliği vardı. Ve o zaman öğrenciler kendi hür iradeleriyle kendi yönetenlerini seçebiliyorlardı. ÖTK’lere ise daha başta dayatılan başarı ve disiplin başlığı altındaki önkoşulların örgütlülükle doğrudan bir alakası yoktu.
Örneğin, öğrenci derneği genel kurulunca dernek yönetimine seçilmiş bir üye politik eylemleri ve demokratik tepkileri nedeniyle bir yerde kovuşturmaya uğrarsa ÖTK’lerde ise bu sebepten dolayı yapılacak seçime değil aday, üye bile olamıyordu. Bunun örnekleri de geçmişte sıkça da yaşanmıştı. Aynı seçim ÖTK koşullarıyla yapılmış olsaydı genel kurulda seçme hakkı bile kullanılamayacaktı. Yani artık üniversitelere siyaset yapmak yasaktı. Önceki öğrenci dernekleri her bakımdan hem çok daha özgür hem çok daha demokratik ve katılımcı ortam sağlıyordu. Sadece YÖK ve ırkçı, gerici nitelikli dayatmalarla yeni kurulacak olan dernekler eğitim ve öğrenci sorunlarına tam anlamıyla eğilmelerini sağlayacak koşullara kapılarını kapatıyor hem üreticilik ve bilimsel yaratım ortamı ortadan kalkmış oluyordu. Önce fakülte ve y.okul bazında çözüm bulmak, sonra dernekleri tek bir çatı altında toplayarak sorunlara bütüncül çareler aramak ve federasyon ve üst organları oluşturarak çözümleri demokratik biçimde yetkili organlara sunmak da hayal oluyordu.
Daha sonraki ÖTK’lerin devreye girdiği öğrenci derneklerinin işleyişinde YÖK genelgesi uyarınca her fakülte ve y.okulda öğrenciler temsilcilerini tekrar seçebileceklerdi. Seçilen fakülte ve yüksekokul temsilcilerinden ÖTK oluşturulacak bu kurulun yine seçimle belirleyeceği üniversite öğrenci temsilcisi ise elçilik yaparak, öğrencilerle ilgili konularda üniversite senatosuyla, üniversite yönetim kurulunun toplantılarına katılıp sorunlarını iletebilecekti. Genelgeden sonra seçim takvimi işlemeye başladı. Her fakülte ve y.okul biriminde ayrı ayrı öğretim elemanlarından oluşan sandık kurulu gözetiminde sonuçlar “kapalı oy-açık tasnif” usulüyle belirlenerek sözde demokratik seçimin kuralları işlemeye başlamıştı…
Eğitim bileşenlerinin sorunları katlanarak büyüyor…
Günümüzde öğrencilerin ekonomik koşulları, yeterli ve dengeli beslenememe, barınma gibi yaşadığı temel sorunları yanında yönetimden kaynaklanan yığınla sorun var. Devlet kurumlarının patronlara peşkeş çekilmesi, hızla taşeronlaştırılma, toptan özelleştirme gibi uygulamalardan eğitim kurumları da nasibini almış bulunuyor. Katkı payları, haraçlar, pahalılaşan ders kitapları vs. bir sürü zorluk ve engel özellikle emekçi çocuklarının üniversite okuma olanağını elinden almakta, sistemin tüm olanaklarından yararlanan ve ülke coğrafyasının önemli bir bölümünü görmezden gelen belli bir zümrenin eğitimine talip bir eğitim anlayışı fırsat eşitliğini yok saymaktadır.
Bugün ise artık öğrencilerin temsil ile örgütlülüklerinin yeniden sorgulanması, geleneksel ilerici ve demokratik yapıların sağlanması gerekmekte. Bu görev ve sorumluluk başta gerçekten çağdaş ve demokratik bir yaşamın var olduğunu iddia edenlere düşüyor. Zira gençliğin yeniden ve bütün var gücüyle, enerjisiyle bu kurumları sahipleneceği ve örgütlülüklerini bu yönde göstereceği kesindir…
Üniversitelerde bir elin parmaklarını geçmeyen demokratik ve kurumsal birlikteliklerin dışındaki tele-vole beraberliklerinin hiçbir etkisi, yetkisi ve söz sahipliği olamaz. Öğrencilerin seçme ve seçilme hakkını her şeyden önce mücadele belirlemelidir.
Tamer UYSAL