EBS, BBG Evine Döndü. “Büyük Birader Bizi Gözetliyor.”
Eğitim-Bir-Sen’de Yaşananlar, George Orwell’in “1984” Romanını Anımsattı.
Genel Merkez Hukuk Bürosu ve Basın Bürosu duvarlarının Ramazan Çakırcı ve Muammer Karaman’ın talimatıyla yıkılması: “Eğitim-Bir-Sen’e ‘1984 Ruhu’ mu geliyor.” Sorularının sorulmasına yol açtı.
Eğitim-Bir-Sen Genel Merkezi’nde çalışanların odalarının duvarları yıkılarak açık ofis haline getirildi. Genel Merkez’de duvarlar yıkıladursun Bayındır Memur-Sen’e bağlı Paraf Yapı tarafından TOKİ’den alınan arsa üzerinde Kuşadası'nda yaptırılan turistik villaların yer aldığı sitelerin etrafındaki duvarlar her geçen gün yükseliyor. Bu durum: “Herhalde oldukça yakın olan Yunan Adalarından gerçekleşebilecek olası güvenlik ihlallerine karşı tedbir amaçlı yapılmıştır.” Esprilerinin yapılmasına neden oldu. İşin şakası bir yana günümüzde artık sosyoekonomik olarak üst sınıfta yer alan kesimlerin yaşadıkları sitelerin etrafındaki duvarları 2-3 metre yükseltip üzerine ferforje parmaklık onun üstüne de jiletli tel taktırmaları giderek yaygınlaşıyor. Girişlere de turnike ve güvenlik bariyeri, güvenlik görevlisi konulduğunu görüyoruz.
Üniversite turnikelerinde sıkıştırılan başörtülü kızların mücadelesini vererek büyüyen bir sendikal hareketin kendi üyelerini turnikeye sokar hale dönüşmesinin trajedisi de bizim travmamız oldu. Sendika üyeleri, aidat ödediği sendika genel merkezine; randevuyla, turnikelerden geçerek girebiliyor artık…
Bu satırları okurken o meşhur şarkıdaki gibi; “Bu ne yaman çelişki anne!” dediğinizi duyar gibiyim.
Sorun Sınıfsal:
Sınıfsal olarak egemen üst sınıfta yer alanlarla üst sınıfa yeni terfi edenler artık eski mahallenin rahatsız edici yaşam tarzı ve davranış kalıplarıyla yüzleşmek istemiyorlar. Sonradan sınıf atlayanlarda bu yüzleşme daha sert bir biçimde gerçekleşiyor. Uzun yıllar tabandan kopuk bir şekilde temsil ettikleri kitlelerden kat be kat fazla maaş alarak, makam aracından, yeme içme, temsiline kadar birçok imtiyazla burjuvalaşan sendikal burjuvazi geçmişiyle ve içinden geldiği sınıfla bir arada olmaktan imtina eder hale geliyor. Sınıf atlamanın bir sonucu olarak daha önce parçası oldukları proleter sınıftan utanırcasına kaçıyorlar. O sınıfla aralarında sadece kültürel bir bağ var. Bu bağın üzümünü yiyerek o saltanat koltuklarında oturmaya devam edebiliyorlar.
Duvarların yıkılarak açık ofis sistemine geçilmesi şeffaflık olarak düşünülseydi; aylık gelir ve gider bilançolarını, maaş bordrolarını ve mal bildirimlerini de açıklarlardı. Daha geçen hafta Ankara-İstanbul yolunda pert edilen İstanbul Şubelerine ait sendika aracından da haberimiz olurdu.
Mekanın Sahibi Geldi:
Burada şeffaflıktan ziyade şüpheciliğe dayalı bir korkunun bastırılması söz konusu. Acaba bunlar hain mi? Beni/bizi satarlar mı korkusuna dayalı eylemler, aynı zamanda kendini mekânın sahibi görmekle alakalı bir durum. Nasıl olmasın ki? Sendikada 16. Yılını geride bırakarak neredeyse sendikanın tapusunu almaya hak kazanan birisi neden kendini mekânın sahibi olarak görmesin?
Dünyada açık ofis modelinin; mobingci, çalışanları mesai saatleri içerisinde sürekli gözetim altında tutan, onların her anını kontrol etmeye dayalı hastalıklı bir yönetimi olarak görülmesi dışında bir sıkıntı yok.
Ancak bir yandan alt kademede yer alanlar gözetim altına alınırken diğer yandan varoşlarda yaşayan alt gelir risk gurubundakilerin olası kural ihlallerine karşı güvenlikçi bir anlayışla üç metre duvar üzerine ferforjeye ilave jiletli telli bir güvenlik bariyerine ihtiyaç duyulması psikolog ve sosyologlarca incelenmesi gereken bir çalışma alanı olarak önümüze çıkıyor.
Konuyu merak edenlere: İş ve özel yaşam anılarını ayıran yeni bir prosedürle iş-yaşam dengesini yeni bir düzeye taşımayı amaçlayan bir şirket olan Lumen Industries'de yaşananlara odaklanan “Severance” dizisini izlemelerini öneririz. Çalışanlarına iş yerinde sunduğu kimlik/kişilik, çalışan özel yaşamına döndüğünde hafızasından siliniyor. Çalışan işiyle ilgili hiçbir şey hatırlamıyor. Çift kişilikli olarak yaşamak durumunda bırakılıyor. Şirket: “Mesai saatlerinde; hafızanla, beyninle, anılarınla her şeyinle benimsin.” diyor. Çalışanı, insani özelliklerinden arındırıp makineleştiriyor adeta. “1984”ün gelecek yüzyıl versiyonu gibi…
Distopya türünün en başarılı örneklerinden biri olan George Orwell’in “1984” romanında da Winston Smith, Gerçek Bakanlığı’ndaki işi dolayısı ile Hükümet ve Büyük Birader hakkında olumsuz görüşlere sahip bir bireydir ancak devlet hakkında farklı bir görüşü belirtmek bir yana düşünmek bile yasak olduğu için kimse ile konuşamaz. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır.
Kurgusal “1984” romanında Gerçek Bakanlığı çalışanlarının hayatlarının her anını gözetleyen Büyük Birader’e karşı verdikleri mücadele günümüzde sendika binalarının içinde yaşanıyorsa; yaşananların distopya mı gerçek mi olduğuna ve nasıl bir dünyada yaşadığımıza siz karar verin.
Sosyal hiyerarşinin en üst basamağında lüks markaların yürüyen reklam panoları gibi aramızda dolaşan sendika baronlarının, sendikal burjuvazinin patronaj koltuğundan bizleri harcanabilir nesneler gibi görmelerine de şaşırmamamız gerekiyor.
İlgilenenler, geçmişi bugüne göre dizayn ederek; geçmişi bugünün politikalarıyla uyumlu hale getirmekle görevli Gerçek Bakanlığı çalışanlarının çalışmalarını ve Winston Smith’in proleter mahallesinden aldığı deftere Büyük Birader hakkında yazdığı o veciz sözü “1984” romanından okuyabilirler.
İrfan ehli: “Zulüm pâyidâr olmaz. Zulümle âbâd olanın, âkıbeti berbâd olur.” Demiştir. Kalın sağlıcakla…
Yıldırım DEMİRCİ