Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
17 Haziran Cuma günü 18 milyon öğrencinin yaz tatiline gireceği eğitim öğretim yılının son haftasındayız. Haliyle geçen bir eğitim öğretim yılının sonunda öğrencilerimizin performansını gösteren karneler dağıtılacak.
Birçok öğrenci heyecan içinde… Ancak bu heyecan notlardan ziyade daha çok karne hediyeleriyle ilgili… Zira öğrenciler e-okul üzerinden karne notlarını önceden görebiliyor. Eskiden olduğu gibi belge alıp alamayacağını, öğretmenlerinin kanaat notlarını karne ile birlikte değil, anında e-okul üzerinden görebiliyor.
Notlarını e-okul üzerinden takip eden öğrenci, kollarını sıvayıp önce ailesiyle çetin pazarlıklara başlıyor. Ardından bütün sevimlilik ve ikna kabiliyeti ile tek tek öğretmenlerini ziyaret ediyor. Ee ne de olsa karne hediyesi söz konusu…
Gerek eğitimciler gerekse de ebeveynler karne haftasında duygularını eğitsel yaklaşımın ve öğrenci yararının üstünde tutuyor. Sonuçta da neredeyse 18 milyon öğrencinin yarısının belge aldığı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Öte yandan ulusal ve uluslararası sınavlarda ise başarılı öğrencilerin bu oranda seyretmediğimi aksine çok düşük seviyelerde olduğuna da pek çok kez tanıklık ediyoruz.
Karnelerin dağıtılacağı güne yaklaştığımız şu günlerde kimi zaman öğretmenler, çocuklara motivasyon vermek ve yaz tatiline mutlu girebilmeleri sağlamak düşüncesiyle yüksek notlar veriyor. Kimi zaman da veliler, çocuklarını mutlu etmek adına öğretmenlerini arayıp notların yükseltilmesi için ricada bulunuyor. Sonuç itibarı ile çocuğun yararına olduğu düşüncesiyle yapılan bu girişimlerin aslında oldukça hatalı bir yaklaşım olduğunu gözden kaçırıyoruz.
Uzun yıllar önce görev yaptığım okulda derece yapmış olan bir öğrencimin velisi, karne haftası okula gelmişti. Çocuğun dersleri gayet iyiydi. Not ortalaması da yüze çok yakındı. Haliyle çocuk not ortalamasının 100 olmasını istiyordu. Veliye bu yaklaşımının pedogojik açıdan doğru olmadığını izah etmeye çalıştım. Israrcı olunca bir örnekle açıklamanın daha etkili olacağını düşündüm.
“Mesela düşünün ki çocuğunuz hastalanmış ve siz onu doktora götürüyorsunuz. Doktor da çocuğunuzun rahatsızlığını doğru teşhis edebilmek adına kan tahlili ve idrar tahlili gibi bir takım tetkikler yaptırıyor. Tetkiklerin sonuçlarını alınca bazı değerlerin alt ve üst sınırları aştığını görüyorsunuz. Bu iyi bir duruma işaret etmiyor haliyle. Bu durumda çocuk üzülmesin, doktor iğne vermesin diye bu değerleri değiştirmesini tetkiki aldığınız laboranta söylediğinizi düşünün. Ve bu durumda çocukta mevcut olan hastalığı aslında saklamış olmaz mısınız? Şimdi o an için doktoru yanıltıp çocuğunuzu üzmediğinizi düşünün. O zaman için görülmeyen bu tetkik ve sonuçlar ileri bir tarihte daha büyük sıkıntıların çıkmasına, çocuğunuzla birlikte sizlerin de daha fazla üzülmesine sebep olmayacak mı?”
“Buradan yola çıkacak olursak çocuğunuzun notunu şimdi değiştirecek olsam zamanla çocuk daha çok çalışıp başarı çitasını yükseltmek yerine başarıyı hep sizden ve öğretmenlerden bekleyecek, mücadele azmini, kararlılığını, motivasyonunu en önemlisi kendine olan inancını yitirmeye başlamayacak mı?”
Rahmetli Doğan Cüceloğlu da konferans ve kitaplarında sıklıkla dile getirdiği bir anısını şöyle anlatıyor: “Yirmi altı yaşındaydım. Amerika'ya yeni gitmiştim. Osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada, John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu, ben de masama oturdum, çalışmaya başladım. Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi.Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu; tamamıyla kendi işiyle meşguldü. Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım, çocuğun koltuk altlarından tuttum. “Hoppa!” dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu, önce şaşaladı, sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı. Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary'e baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde, “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary, “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını, sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden, “Bu Amerikalılara iyilik yaramıyor” diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu “Sen ne yaptığının farkında mısın?” İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim. “Bak” dedi, “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu, çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı, deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona ‘çıktın’, diyecektim. Sonra inecekti, yine uğraşacaktı. Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!”.
Yine Said Nursi de: “Atmaca kuşu serçelere tasliti(saldırısı), zahiren(görünürde) rahmete uygun gelmez. Hâlbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder.” Pek çok kez öğretmen arkadaşlarımın ve bazı velilerimin aksine hep Doğan Hoca ve Said Nursi gibi düşündüm. Her ne kadar Sait Nursi’nin sözündeki atmaca gibi görünen benim tutumum olsa da biliyorum ki çocuklarımız serçe kuşu gibi yeteneklerini daha çok geliştirecek ve nice zaferler kazanacaktır. Yeter ki bu yanlış tutumla onların zaferlerini biz çalmayalım.
Evlatlarımıza bol keseden notlar ve abartılmış karne hediyeleri yerine vereceğimiz en güzel hediye sağlıklı bir gelecek olmalı… Odaklanmamız gereken nokta ise çocuklarımıza bu gelecekte kendilerini geliştirecek yeterli donanım ve becerileri kazandırmak olmalı değil mi?
Alıntı: Vedat DEMİR / Eğitimci Yazar