Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Hz. ALİ´NİN DOĞUM GÜNÜ VE SULTAN NEVRÛZ
Mustafa Düzgün Dede
1. Nevrûz ve Yılbaşı:
Nev-rûz Farsça bir sözcük olup, yeni-gün anlamına gelir. Ne ki sözcük başlangıçtaki bu anlamıyla kalmamış, zamanla ve işlevlerine uygun olarak yeni-yıl. yeni-yıl’ın ilk günü, baharın gelişi ve doğanın canlanışı gibi anlamlar kazanmıştır. Arapça eserlerin çoğunda nayrûz diye de geçer. Türkiye’de „Mart Dokuzu“, Türki diye adlandırılan devletlerin bir kısmında „Ergenekon’dan Çıkış Bayramı“ şeklinde nitelendirildiği de biliniyor. Bu ve benzeri değişik nitelemelerin, Nevrûz’un geleneksel anlamı bakımından pek bir değişikliğe yolaçmadığını da belirtmekte yarar var.
Eski İran hükümdarlarından Keyûmers’in, günlere, aylara ve yıllara çeşitli adlar vererek, bir takvim yapmak istediği söylenir. O gün gelince, Keyûmers, Koç takım yıldızının, ertesi gün gireceği dakikayı bekler. Bununla birlikte Zerdüştiler’in önde gelen bilginlerini de durumu izleyip, o günden başlayan bir takvim yapmak üzere davet eder. Durumu izleyen bilginler, yılı, bu günden başlayarak hesapladılar ve ayrıca bu günün de bayram olarak ilan edilmesini sağladılar. Ayrıca yaptıkları iş hakkında halka bilgi vermeyi de ihmal etmediler. Onlara göre, Hak Teala (Yezdan) ışık saçan Güneş’i kendi nurundan yarattı. Güneş’in yardımı ile de yeryüzünü ve gökyüzünü halketti. Sonra on iki melek yaratıp, onlardan dördünü gökyüzüne gönderdi. Orayı İblis’ten korusunlar diye. Dördünü de Kaf Dağı’na gönderdi, Deccal’a buradan yol vermesinler diye. Diğer dört meleği ise, insanları Şeytan’dan ve cinlerden korusunlar diye yeryüzünde ve gökyüzünde ikisinide birden görevlendirdi. Bunun ardından Yezdan, Güneş’e harekete geçip ışınlarını Koç’un başını aşarak karanlıktan aydınlığa çıkmasını buyurdu. Böylece gece gündüze eşit hale geldi ve Güneş’ten yararlanılarak tüm yeryüzünde tarım yapıldı. Cemşid’in hükümdarlığı döneminde maden ocakları işletilmeye başlanarak, altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun elde edildi. Cem’in başındaki tac, oturduğu taht, gerdanlığı ve bilezikleri işte bu maddelerden yapıldı. Ayrıca o, kendisi için misk, amber, kâfur, safran, sarısabır ve yüzük yaptırdı. Gündüzün gece ile eşitleştiği o gün, yani Miladi takvime göre Mart ayının 21. günü, İran’da hala kullanılmakta olan Şemsi (Güneş) takviminin birinci günü olarak kabul edildi. Daha da eski devirlerde bunun, büyük olasılıkla halk arasında, güneşin bahara geçişi olarak nitelendirildiği düşünülebilir. Söylencenin içeriğini oluşturan nedenler yüzünden, o gün Yılbaşı ve Nevrûz Bayramı olarak kutlanmaya başlandı. Şunu da belirtelim ki, baharın ve yeniyılın ilk günü olan Nevrûz, Müslümanlar’ın Kameri yılında ne yeraldı ne belirtildi.
Müslümanlığın kabulünden sonra ise, Hicri ve Şemsi takvimlere göre Nevrûz, farklı tarihlere geldiği halde, her iki tarih de korunarak kutlandı. Asıl İran’da ayrı, Irak ve Cibal’de ayrı tarihler geçerliydi. Kimi yerlerde hasat ve haraç mevsimi olmasına karşın, halk yine de şenlikler ve eğlenceler düzenlemeyi ihmal etmemiştir. Örneğin Nevrûz, Hicret’in birinci yılında 18 Haziran’a, yani hasat mevsimine rastlamıştır. Halifeler, haraç ve vergi toplamayı kolaylaştırmak için Nevrûz’un tarihi üzerinde sık sık oynamışlar, ancak onun yayılıp, her tarafta kutlanmasına ise engel olamamışlar.
Nevrûz’un Hz. Ali’nin doğum günü ile çakışması veya aynı günle birleştirilmesi ise, onun özellikle İran halkları ve mevali diye adlandırılan Arap olmayan halklar arasında tutunup genişlemesine neden olmuştur. Ayrıca Mısır dahil bir çok başka yerlerde de bayram ve yılbaşı olarak kabul edilip kutlanmaya başlanmıştır.
2. Nevrûz’un Dayandığı Söylenceler:
Nevrûz’a ilişkin söylencelerde yer yer büyük farklılıklarla karşılaşılır. Eldeki kaynakların verdikleri bilgilere göre Nevrûz, İran kökenli bir bayram olup oradan diğer ülkelere yayılmış, zamanla herkesin kendi söylencelerini de katarak kutladıkları bir yerel bayram haline gelmiştir. Ancak, gittiği her ülkede, yeni bir takım tema ve motifler alarak, anlam bakımından daha da zenginleşmiş, her halka özgü nitelikler de kazanmıştır. Nevrûz İran’dan Orta Asya’daki Türki halklara, İslamiyet’in kabulü ile Araplar’a, geçmişte Diyar-ı Rum diye adlandırılan Küçük Asya veya bugünkü Türkiye topraklarına ve buradan da Balkanlar’a yayılmıştır.
Nevrûz’un dayandığı mitolojik temel ve söylenceler, her halkın kendine özgü yorumunu katması ve onu kendi tarihine uyarlama gereksinimini duyması sonucu, önemli değişiklikler göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu söylencelerin bir kısmında göze çarpan ortak tema, doğanın baharla birlikte canlanması, kendisini yenileyip sürekliliğini korumasıdır. Diğer bir kısmında ise, ciddi bir engelin, ağır bir baskının aşılarak kurtuluşa yönelme temi ağır basar.
İrani halkların önemli bir bölümünde, söz konusu efsane, genellikle hükümdar Cem’le bağlantılı bir biçimde sunulur. Cem’in diğer adının Sultan Süleyman olduğu, Cem-şid (Işıklı-Cem) diye adlandırıldığı da ileri sürülür. Söylenceye göre hükümdar Cem, İran’da dolaşırken Azerbaycan’a gelir. Orası hoşuna gider ve emrindekilere, tahtını burada kurmalarını buyurur. En güzel giysilerini giyer, mücevherlerini takınır, kristal kadehini kırmızı şarapla doldurup eline alarak, geçer tahtına oturur. O anda onun elindeki kadehe ve üstündeki mücevherlere çarpan güneş ışınları, kırılarak öyle bir renk harmonisi, öyle bir nur oluşturur ki, bunu görenler hayretler içinde kalırlar. Bu, Güneş’in, Tanrı Ahuramazda’nın, Cem’i nurlandırarak kutsadığı biçiminde yorumlanır. Denilir ki, o tarihten beri bu gün, yılın ilk günü ve kutsal bir gün olarak kabul edilmiştir. Şarabın veya genel olarak içkinin, dem/bâde olarak nitelenip, makbul sayılmasının da buradan kaldığı söylenir.
Cem efsanesi genel kabul görmekle birlikte çeşitli halkların, daha değişik söylenceler üreterek Nevrûz’la bütünleşmeye yönelmeleri, işin mitolojik ve mistik boyutlarını daha da derinleştirir. Kürtler’e göre işin kökeninde kurtuluş’u ve özgürlüğü simgeleyen bir eylem, baskıya karşı bir başkaldırı yatar. Nevrûz, zalim bir hükümdardan kurtulmanın sevincini yansıtan saygın bir gün olarak anılır, özgürlük bayramı olarak kutlanır. Dahak ya da Zahak adlı hükümdarın, omuzlarında iki yılan peyda olur. Hekimlerini çağırıp çare bulmalarını ister. Onlar da her gün genç bir erkek ve genç bir kızın beyni yılanlara yedirilmezse, yılanların hükümdara zarar vereceklerini öğütlerler. Zahak, Demirci Kava’ya, hekimlerin istediği beyni, her gün hazırlayıp getirmesini buyurur. Kısaca her gün genç insan beyniyle beslenen yılanlar keyfederken, neredeyse memlekette genç kalmaz katledilir. Bu kötü gidişe çare arayan Demirci Kava, nihayet Zahak’ı öldürmeye karar verir. Bir gün elindeki balyozu havaya kaldırıp vargücüyle yılanlı hükümdarın başına indirir. Dahak yılanlarıyla birlikte ölür. İşte bugün, zalimin zulmünden kurtulmanın sevinci ile kutlanan bir bayram haline gelmiştir.
Orta Asya ülkelerinde de Nevrûz Bayramı’nın eskiden beri kutlana geldiğini öğreniyoruz. Bunun, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, şimdilerde daha da canlanıp yaygınlaştığı anlaşılıyor. Türki devletler topluluğunda kaynak olarak gösterilen söylence, Türkler’in ciddi bir engeli aşıp kurtulmaları esasına dayanır. Bir Türk boyu tam 400 yıl bir vadiye sıkışıp kaldıktan sonra, bir gün bir Bozkurt’un önlerine düşüp yol göstererek, onları buradan kurtardığı anlatılır. İşte bu günün Türkler’in kurtuluşu anlamında algılanarak „Ergenekon’dan Çıkış Bayramı“ olarak kabul edilip her yıl kutlana gelir.
Türkiye’de, diğer ülkelerde yaşamakta olan Şii ve Alevi topluluklar da, Sultan Nevrûz’u en büyük bayramları olarak kabul ederler. Öyle ki, bahar ya da yeni yılda, doğada ve yaşamda karşılaşılan canlanma ve değişimin gizi ve güzelliği ile Hz. Ali’nin manevi kudreti arasında doğrudan bir bağ kurularak, 21 Mart’a son derece büyük bir anlam ve önem atfedilmiştir.
Alışılageldiği gibi, kutsal sayılan günleri daha da yüceltmek için, insanlık tarihinde belirleyici öneme sahip ve fakat ne zaman meydana geldikleri kesin olarak bilinmeyen bir çok olayın da, o gün ortaya çıktığını ileri sürmek gelenek haline gelmiştir.
Osmanlı döneminde herhangi bir Nevrûz yasağı ile karşılaşılmıyor. Osmanlı sarayında da Nevrûz özel bir gün olarak kabul edilip kutlanmış. Her yıl 21-22 Mart’ta, Nevrûziyye adı altında özel macunlar, kuvvet macunları hazırlanıp kristal kâseler içinde Padişah’a ve devlet ileri gelenlerine ikram edilmiş. Sarayda özelliği olan sofralar kurulmuş, farklı yiyecekler sofralara konulmuştur. Sultan Abdülhamid’in kızı Şadiye Osmanoğlu’nun anılarından öğrendiğimize göre, İranlıların Heft Sin sofrasına özenilerek, fakat değişik yiyeceklerden oluşan bir sofranın hazırlanması sarayın âdetlerinden biri haline gelmiştir. Yine Yedi-S gelenek olarak benimsenmiş, ama yiyecekler farklı olmuştur. Susam, süt, simit, su, salep, safran, sarımsak gibi yiyecekler Osmanlı saray sofrasını süslemiş. Görüldüğü gibi bunlar, İslami dönemin Nevrûz sofrasında yeralan geleneksel nimet ve nesnelerden oldukça farklı şeylerden ibarettir. Sarımsak dışındakiler, s harfiyle başlıyor olmaktan öte herhangi bir benzerliğe sahip değiller. Böyle de olsa Nevrûz’un Osmanlı sarayına da girdiğini görüyoruz. Saray çevresindeki şairler de, çeşitli ihsanlar koparmak amacıyla Nevrûziyye diye adlandırılan şiirler yazıp padişahların beğenisine sunmuşlar. Müneccimbaşı da her yıl 21 Mart’ta, yeni takvimi padişaha sunarken, yine Nevrûziyye adı altında padişahtan bir ihsan alırdı.
Türkiye Cumhuriyeti dönemindeyse Nevrûz’un yasaklandığına, unutturulup ortadan kaldırılmak istendiğine tanık oluyoruz. Hele özellikle 1970’li yıllardan itibaren Kürtler’in Nevrûz’u, özgürlük ve kurtuluş bayramı haline getirme çabaları arttıkça, yöneticiler tutumlarını daha da sertleştirip, ağır baskı uyguladılar. Sözkonusu yasaklama, Aleviler’in de uzun süre Sultan Nevrûz’u ve Hz. Ali’nin Doğum Günü’nü anmaları önünde büyük bir engel oluşturmuş, bunun sonucu Nevrûz geleneği zamanla zayıflamaya yüztutmuş, mezar ziyaretleri gibi cılız bir takım uygulamalarla yetinilmek zorunda kalınmıştır.
Bir yandan Türkiye’deki iç gelişmelerin etkisi, öteyandan Türkiye’nin Türki Devletler’le iyi ilişkiler içine girme gereğini duyması gibi nedenler Türkiye’deki yasağın delinmesine yolaçtı. Hatta daha da ileri giderek, yasakçı politika terkedilip, Nevrûz’a topyekün sahip çıkılmaya başlandı. Bu kez de onun İrani karakteri gözden kaçırılıp, Türk kökenli bir gelenek olduğu savına ağırlık verilmeye başlandı. Onun kökeni, anlamı ve kutlanma biçimlerine ilişkin görüş ve tartışmaları konu alan çeşitli resmi sempozyum ve toplantıların düzenlenmesine hız verildi.
Yasaklama ve anlamından uzaklaştırma çabalarına Sovyetler Birliği döneminde de rastlanır. Belirtildiğine göre, Nevrûz’un „İslami“ bir özellik kazanmış olmasından korkulur ve Müslüman halkları asimile etmek amacıyla anlamından koparılmaya çalışılır, hatta yasaklanır. Nihayet Sovyetler Birliği’nin dağılması, kendilerine bağlı devletlerin kopup bağımsızlıklarını elde etmeleri sonucu, herbirinin tekrar kendi tarihsel, ulusal ve kültürel değerlerine dönmesiyle Nevrûz da yeniden önplana çıkıp kutlanmaya başladı.
3. İmam Ali ve Nevrûz:
Hz. Ali’nin 598’in 21 Mart’ında Nevrûz günü doğmuş olması ya da doğumunun bu güne rastlamış olması, son derece büyük bir anlam taşır. Hz. Ali gibi sayısız üstün meziyetlere sahip olan bir önderin, Nevrûz gibi her bakımdan oldukça anlamlı bir günde doğmuş olması, hem Nevrûz’un değerini yücelterek onun daha geniş bir kesimce benimsenmesini sağlamış, hem onun kişiliğinin anlamını ve gizini daha da derinleştirmiştir.
Ali ve evlatlarının, Emeviler’in, zamanın Arap töre ve geleneklerini İslam’a egemen kılma gayretlerine, müslümanları Arap ve Mevali biçiminde bölme çabalarına, çeşitli haksız uygulamalarına cesurca karşı çıkmaları, Arap olmayan halklar arasında saygınlığının artmasına neden oldu. İran, Uzak-Doğu, Mezopotamya, Küçük-Asya vb. memleketlerin Arap-olmayan halkları tarafından sempatiyle karşılandı. Nitekim Ehl-i Beyt, Araplar içinde barınma olanağı bulamadığı için, kurtuluşu ancak adı geçen halklar arasında buldu. Bunlar ağırlıkla Ali ve Ehl-i Beyt’in temsil ettiği tarafı benimseyip Şia-i Ali saflarına katıldılar.
Bu olgu Aleviliğe, Ali taraftarlığı’na duyulan ilginin genişlemesiyle kalmadı; onun içerikçe renklenip güçlenmesine de yol açtı. Sadece Kuran’a ve onun buyruklarına dayanarak, toplumsal yaşamı tüm yönleriyle ayakta tutup yönlendirmek güçtü. Toplumun sahib olduğu eski töre ve geleneklerden de yararlanılmalıydı. Emeviler, sözkonusu alandaki ihtiyacı, Arap töresini egemen kılarak gidermeyi yeğlemişti. Bununsa diğer halklarca, özellikle de Arap-soylu olmayan ve de Mevali diye adlandırılıp horlananlarca kabul edilmesi pek mümkün değildi. Ali ve Ehlibeyt’in, biçime takılıp kalmak yerine, işin özüne, hakikate ve insani olana değer vermeleri, Mevali halkları her bakımdan rahatlatıyordu. İyi ve güzel olan, akla ve mantığa uyan, insanın yararına olan her ne varsa, tümüne kapılar açık tutuldu. Mevali halkların Şia-i Ali saflarına gelişleriyle, eski inanç ve kültürlerin insancıl gelenek ve görenekleri, düşünsel ve felsefi yaklaşımları bir kısmıda beraberlerinde geldi. Böylece Şia-i Ali hattı, değişik inanç ve kültür sistemleri arasında gerçekleşen büyük bir kaynaşmaya sahne oldu. Yeni ve ileri bir anlayışın, hoşgörünün, barış, sevgi ve dostluğun yolu daha da genişleyip güzelleşti. Geniş bir alanda, değişik inanç ve kültür sistemlerinin etkileşimi temelinde, eşine rastlanması güç, büyük ve yeni bir sentez gerçekleşti. İş bu kadarla da kalmadı, Alevilik de Aleviler de başlangıçta ve İslam dini kapsamında ortaya çıkan durumdan çok daha ileri, karmaşık ve farklı bir anlayış düzeyine ulaştılar. Ali adıyla başlayan bu inanç ve kültür sistemi, olduğu yerde kalmadığı gibi, onu tarihin akışına uyarlayarak, gelişip ilerlemenin yolunu açtı. İnanç sistemi ile sosyal ve siyasal mücadelesini birleştirerek, değişime ve gelişmeye açık bir yapılanmayı gerçekleştirdi. Engin hoşgörü ve evrensel değerler, işte bu zemin üzerinde ve belirtilen tarihsel koşullar ortamında oluştu denilebilir. Nevrûz ve onun gibi daha pek çok değer, Alevilik’te yer buldu, onu renklendirip zenginleştirdiler.
4. Nevrûz Edebiyatımızda İmam Ali:
Alevi şair ve ozanları, Nevrûz’u konu edinen çokça şiir ve deyiş yazıp söylemişler. Nevrûziyye diye adlandırılan bu şiir türüne, Bâki, Nef’î , Nedîm gibi Divan şairlerinde de rastlıyoruz. Anlaşılma güçlüklerinden ötürü Divan şiirindeki sözkonusu örneklere burada yerverme gereğini duymuyoruz. Pir Sultan Abdal gibi Alevi şairleri, Nevrûziyye’lerinde, Nevrûz’un anlam ve önemini, İmam Ali’nin bugünle bütünleşen doğumu olayını, kişiliğini işliyor; bugünün büyük bayram olduğunu vurguluyorlar. 16. yüzyıl Dede ve şairlerimizden olan Pir Sultan Abdal’ın aşağıdaki bu deyişinin, kendi türünün en güzel örneklerinden olduğu kanısındayız:
Sultan Nevrûz günü cemdir erenler,
Gönüller şad oldu ehl-i imanın,
Cemâl yâri görüp doğru bilenler,
Himeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Cümle eşya bugün destur aldılar,
Aşk ile didâra karşı yandılar,
Erenler ceminde bâde sundular,
Himmeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Erenler dergâhı rûşen bu günde,
Doldurmuş bâdeyi, sunar elinde,
Susuz olan kanar kendi gönlünde,
Himmeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Sultan Nevrûz günü canlar uyanır,
Hal ehli olanlar nura boyanır,
Muhib olan bugün ceme dolanır,
Himmeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Pîr himmet eyledi bugün kuluna,
Cümle muhib bugün cemde buluna,
Cümle eşya konar kudret balına,
Himmeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Aşık olan canlar bugün gelürler,,
Sultan Nevrûz günü birlik olurlar
Hallâk-ı cihandan ziya olurlar,
Himmeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Pîr Sultan’ın eydür, erenler cemde,
Akar çeşmim yaşı her dem bu demde,
Muhabbet ateşi yanar sinemde,
Himmeti erince Nevrûz Sultan’ın.
Pir Sultan Abdal, „Sultan Nevrûz günü cemdir erenler“ deyip herkesi „ceme dolanma„ya çağırıyor. „Aşık olan canlar„ın Sultan Nevrûz günü biraraya geldiklerini, „birlik“ olduklarını söyler. „Cümle eşya bugün destur aldılar“ dizesi ile de, Nevrûz gecesinde, sabaha doğru „cümle eşya“nın secdeye kapanıp „destur“ yani izin alıp, varlıklarını yeni süreçte veya girilen yeni yılda da devam ettirmek istediklerine işaret eder.
Yine Hüsnü Baba, Nevrûziyye’lerinden birinde bu konuyu anımsatır ve Kuran’ın Nevrûz günü vahyedildiği inancını yineler:
Geldi dünyaya bu dem lütf-u adâletle Ali
Nûra gark oldu heman arz-ü semavât-ü celi
Cümlece ins ile cinn yüz sürüp dedi belî
Ehl-i islama bugün vahy ile Kur’an geldi
Bu dörtlükte yeralan Cümlece ins ile cinn yüz sürüp dedi belî dizesi ise Nevrûz’da veya Mart Dokuzu’nda, „ins ile cinn“ cümle mahlukatın, bütün varlıkların secdeye gelerek „yüz sürüp“ ikrar verdiklerini, yani „beli“ dediklerini belirtir. Özellikle Türkiye’de yaşayan Aleviler arasında yaygın olan bir inanca göre, bu gece yarısından sonra, ağaçlar ve diğer varlıklar secdeye gelirken, bir çok değişiklikler olur, hatta derelerde su yerine süt aktığına inanılır. Kim o sırada suya girip yıkanır ve o secde anını gözetlerse, tüm günahlarından arınır, Hak nezdinde makul olup büyük sevap kazanır. Bu yüzdendir ki, ağırlıkla Dersim, Erzincan, Sivas gibi yörelerde, kimi yaşlılar, söz konusu gece, suların soğukluğuna aldırış etmeden derelere koşup yıkanmak için çaba gösterirler.
Hüseyin Hüsnü Erdikut Baba, Hz. Ali ve Nevrûz bağlantısını şöyle dile getiriyor:
Nübüvet izharı bugünde oldu,
Cenâb-ı Ali de bugünde doğdu,
Kâinât bugünde nûr ile doldu,
Bugün Nevruz oldu eyyam bizimdir
Sevinelim canlar bayram bizimdir.
Görüldüğü gibi Hüsnü Baba „Nübüvet izharı bugünde oldu“ diyerek nur-u nübüvet’in, yani nebiliğe yolaçan o erişin de bugün de gerçekleştiğini, İmam Ali’nin Nevrûz gününde dünyaya gelmesiyle evrenin nûrla dolduğunu dile getirmektedir.
Y. Fahir Ataer Baba da „Bugün her günden üstündür“ dedikten sonra, „Hemen Sâki kadeh döndür“ dizesinde, bu bayramda bâde içildiğini de belirtir:
Ali’nin doğduğu gündür
Bu gün her günden üstündür
Hemen Sâki kadeh döndür
Bu gün Nevrûz-u Sultandır
Şükrü Metin Baba ise Nevrûziyye’lerinden birinde aynı temayı yineler:
Sâki-i kevserdir ol Şâh-ı Merdân
Sundular kevseri ol demde heman
Süreriz demleri yıkılsa cihan
Şâh olur kalbimiz Sultân-ı Nevrûz.
14.-15. yüzyıl Alevi-Bektaşi şairlerinden Kaygusuz Abdal da, Hz. Ali’nin doğumunu söz konusu etmeden doğrudan Nevrûz’u işler:
Erişti bâd-ı nevrûz gülistane
Gülistan vakti yetti kim uyane
Temamen yeryüzü cünbişe geldi
Behişte benzedi devr-i zamâne
Gülistan goncesin açtı donandı
Divane oldu bülbüller divane
Yine simurga haber verdi hüdhüd
Otağın başına konmuş sahane
Güvercin çifti ile ötegeldi
Dudak dudağa verdi canı cane
Kışın hâmûş olan kuşlar aceb kim
Fırak ü derd ile geldi lisane
Yine bülbül gülistan arzu kıldı
Tutiye şekker ü baykuş virane
Zihi fazl-ı bahar ü revnak-ı gül
Zihi zevk ü safâ nâm ü nişane
Bezendi dağ ü sahrâ nûr-i rahmet
Nihâni nesneler geldi iyâne
Hazaran ravnaka geldi çemenler
Ki serzeniş kılar hûr-i cihâne
Eğer bildinse hoş Kaygusuz Abdal
Yüzün hâk eylegil pir ü cüvâne
(bâd-ı nevruz: nevrûz rüzgârı; gülistan: güllük, gül bahçesi; cünbiş: hareket, canlanma; behişt: Cennet; simurg: tasavvufu sembolize eden, onun sembolü olduğuna inanılan mitolojik bir kuş, anka kuşu; hâmûş: susan, sessizleşen; tutiye şekker: güzelce ötüşen sevgili papağanlar; „Zihi fazl-ı bahar ü revnak-ı gül“: Baharın erdemi ne kadar hoş ve gül ne kadar güzel, „Zihi zevk ü safâ nâm ü nişane“: ne güzel zevk ve keyf, adlar ve işaretler; nihâne: gizli, saklı; hâk: toprak.)
Nevrûz’un İran kökenli olması, onun mitolojik yanı ile Hz. Ali’nin kişiliğinin içiçe geçmesinde etkili olmuştur. Bu olgu bir yandan Hz. Ali’nin, üstün sıfatlarla bezenip insan-ı kâmil’in biricik proto-tipi, temel örneği haline getirilmesi, hatta ilahlaştırılması üzerinde etkili olurken; diğer yandan söz konusu geleneğin, onun şahsında daha çekici bir hale gelmesine, geniş taraftar bulmasına neden olmuştur. Dahası, Hz. Ali’nin 21 Mart’ta doğmuş olması, Nevrûz gibi eski bir geleneğin, özellikle de Hz. Ali taraftarlığı çizgisinde de olsa, varlığını ve etkinliğini İslami dönemde de sürdürmesini kolaylaştıran önemli bir etken olmuştur.
5. Heft Şin (Yedi-Ş) ’in yerine Heft Sin (Yedi-S)’li Nevrûz Sofrası:
Eski İran’ın geleneksel Nevrûz Sofrası’na sıradan şeyler konulmazdı. Onun düzenlenmesi, çekici bir görünüme kavuşturulması için âdeta bir estet gibi hareket edilirdi. Nevrûz’un içerdiği tema ve motifler, onun sofrasına konulan şeylerde ifadesini bulurdu ve herşeyin kendine özgü bir yeri ve anlamı vardı. Şerab bu sofranın belirleyici nimetiydi; çünkü Hükümdar Cem’in kadehindeyken kutsanmış ve yeniden doğuşu simgeliyordu. Onun ilk sesili/harfi olan Ş ile başlayan Heft Şin (Yedi Ş)’li nimetlerin bezediği sofra, İran’ın İslamiyet’i kabulünden sonra önemli bir değişikliğe uğradı. Sofra gene olmalı, ancak günah sayılan Şarap orada yer almamalıydı. Onu izleyen ve Ş ile başlayan diğer nesneler de anlamlarını yitirmeden yerini S ile başlayan yenilerine terketmeliydi.
„Heft Şin“li tarihi Nevrûz Sofrası’nda şu nimetler yer alıyordu:
1. Şerab /Şarap: Diriliş, yeniden doğuş.
2. Şir / Süt: Temizlik.
3. Şirini / Tatlılar: Yaşama sevinci, mutluluk.
4. Şem / Mum: Güneş’in ve ateşin kutsallığının sembolü.
5. Şerbet: Dinlenme, serinlenme.
6. Şeker: Refah.
7. Şane / tarak: Güzellik.
Bunların yanısıra, sofraya mai (balık), ayna, sümbül gibi şeyler de konulurdu.
Yeni dinin, özellikle Şerab’ı hedef alan değişiklik isteği, bundan böyle Nevrûz Sofrası’na Kur’an konulmasını ve tören esnasında, ondan âyetler okunmasını, İslam uğruna savaşlarda ölen şehitlerin adlarının anılmasını da emrediyordu. İran’da bunların tümü yapılmakla birlikte, hala eski geleneği bozmadan hareket eden, Heft-Şin’li sofraları devam ettiren kesimlerin de bulunduğu unutulmamalı. Halife Ömer’in, Nevrûz’a yönelik isteklerinin ve İran’ı elegeçirme eyleminin, İranlılarca pek hoş karşılanmadığını gösteren bir çok geleneğin hala varlığını sürdürmekte olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Yakın zamanlara kadar İran’da, Ömerkujan (Ömer’e ölüm!) adıyla anılan olumsuz ama önemli bir gün daha vardı. Geniş katılımlı gösterilere sahne olurdu. Meydanlarda Ömer’i temsil eden kuklalar yakılırdı.
Halihazırdaki Nevrûz Sofrası’nda yeralan Heft-S’li nimet ve nesneler de şunlardır:
1. Sir / Sarımsak.
2. Sencet / İğde.
3. Sumak.
4. Sib / Elma.
5. Semenu (Un, pekmez vb. şeylerin karışımından yapılan bir yiyecek).
6. Sirke.
7. Sebzi (Buğday, mercimek vb. tahılların çimlendirilmiş olanı).
Sümbül, nergis, gül, lale gibi çiçekler ile akvaryumda canlı balık (mai), narenciye türleri (narınc), madeni para (sikke), bademli şeker (nokh), boyanmış yumurta, su, şamdan, ayna, ekmek de Nevrûz Sofrası’na konulur.
Görüldüğü gibi, şarap ve onun baş harfi ile başlayan diğer nesneler, İslamiyet’le birlikte değiştikleri halde, Nevrûz bir gelenek olarak varlığını, İran halklarının yaşamındaki yerini ve anlamını az bir değişiklikle yine sürdürebilmiştir. Bunun gibi, tarih boyunca bazı şeyler bırakıp, her defasında yeni bir takım şeyler alarak, belirli bir değişim geçirmekle birlikte, ama niteliğinden bir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen geleneklerin, önemli tarihi günlerin sayısı az değildir. Bununla birlikte, şarabı Nevrûz Sofrası’ndan kaldırmış, ama onu günlük sofrasında korumuş, şiirinde, sanatında işlemeye devam etmiştir. Bâtiniliğin yetiştirdiği ünlü şair Ömer Hayyam, şiirlerinde sözü şaraptan sektirmemiş; bir elinde şarap testisi ve diğer elinde maşraba ile şarap ikram eden, şuh kadın minyatürleri İran sanatında hiç eksik olmamıştır. Özcesi şarap, bazen aşk ve sevginin yerine geçerek, bazen de iyiye, doğruya, güzele giden yolu açan dolu ve bâde olarak var ola gelmiştir. Ne var ki, bahardaki „dirilişi ve yeniden doğuşu“ sembolize eden anlamı unutulmaya başlanmış, tarihin külleri altında kaybolmaya yüztutmuştur.
21 Mart’tan hemen öncesindeki Çarşamba günü, Çarşembe-i Sûri(Kızıl Çarşamba) olarak adlandırılır. Bu günün de özel bir önemi var ve Nevrûz öncesindeki kutlamalardan birini oluşturur
Çarşembe-i Sûri’de, gece ateş yakmak için, komşular birlikte çalı-çırpı toplamaya çıkarlar. „Kötüyü, sarıyı sen al; iyiyi, kırmızıyı bana ver!“ deyip yakılan ateşin üzerinden atlarlar. Bu fasıl bittikten sonra, akşam sofrasına oturmak üzere evlere dönülür. Yemekler yenir, sofraya çerez konulur, içilip eğlenilir. Bu arada evin hanımı veya ev halkından birisi bir çift kaşık eline alıp, kapının arkasına gizlenerek „kulak hırsızlığı“ yapmayı da ihmal etmez. Duyduklarını ise kaşıklarını birbirine çarparak oradakilere anlatır.
6. Alevi-Bektaşi Toplumunda Sultan Nevrûz ve Erkânı:
Günümüzde dünyanın bir hayli genişçe bir kesiminde Nevrûz görkemli bir şekilde kutlanmaktadır. İran, Türki Devletler, Türkiye, Afganistan, Tacikistan ve dünyanın daha bir çok yöresinde Nevrûz’un bayram olarak kutlandığına tanık oluyoruz. Son birkaç yılı saymazsak, Nevrûz’un, Cumhuriyet dönemi boyunca yasak altında tutulduğunu anımsatalım. Son bir kaç yıldır hayırhah bir tutum izlendiğini görmekteyiz. Ancak bunun henüz yasal bir güvenceye kavuşmadığını, resmi bayram olarak ilan edilmediğini de anımsatmakta yarar var. Nevrûz kutlamalarının henüz beklenen ilgi ve görkeme kavuşmadığı, tema, motiflerinden de bir şeyler kaybettiği söylenebilir.
Alevi-Tahtacılar da Sultan Nevrûz’u kendi bayramları olarak kabul eder ve coşkuyla kutlarlar. 22 Mart günü kadınlar çamaşır yıkarken, erkekler de bayram alışverişi için kente inerler. Nevrûz günü ıspanaklı börek, soğan kabuğuyla boyanmış yumurtalar, yufka, sarı-burma, şeker, leblebi, lokum yenilir. Günün akşamı için hazırlanan sofraya, evhalkının yanısıra, ziyarete gelen akrabalar da otururlar ve topluca yemek yenir. 23 Mart sabahı, alaca karanlıkta yola düşüp mezarlığa gidilir. Herkes, özellikle de çocuklar en güzel giysilerini giyerler. Herkes güleç yüzlüdür bu »gün. Küsler barışır, suçlular afedilir, kabahatler bağışlanır. Mezarlığa gidenler, birlikte götürdükleri yiyeceklerini, bir mezarın yanıbaşına açtıkları bir savanın üzerine yerleştirirler. Mezar başlarında yapılması âdet olan ocaklardan biri yakılarak kahve cezvesi ateşe sürülerek kahve hazırlanır. Topluca yemek yenir, içki içilir. Bu iş de bittikten sonra, sırayla mezar taşı öpülerek, ardından evlere dönülür.
Nevrûz’da mezar ziyaretleri, hemen hemen tüm Şii ve Alevi kollarınca yapılır. Mezar başına yiyecek götürüp gelenlere dağıtmak âdeti yaygındır. Tava ekmeği, pêsare diye adlandırılan yağlı ekmek mezar başında dağıtılıp yenilen yiyeceklerin en güzel olanlarıdır. Bunun yanında adak kesenlere de rastlanılır.
21 Mart veya „eski hesapla“ Mart Dokuzu diye de adlandırılan Sultan Nevrûz’a gelmeden önce Kara Çarşamba ve Ahir Çarşamba’lar da belirli bir öneme sahiptirler. Kara Çarşamba, Mart ayının ilk Çarşambası’dır ve pek hayırlı sayılmaz. Uğursuzluk taşıdığından korkulur. Sona ermekte olan yılın bir çok sıkıntısının, Kara Çarşamba ile geride bırakılacağına inanılır. Kars ve çevresinde kapı ve baca dinleme âdetlerine rastlanılır. Evlerde bolca kuru yemiş ve meyve bulundurulur, baca-baca gezenlere bundan ikram edilir. Dersim (Tunceli), Erzincan, Varto, Malatya, Erzurum ve Sivas’ın bazı yörelerinde ise, erkekler alın kısımlarına kara kurum sürerek gözelere, dere, göl ve nehirlere gider, orada alınlarını yıkar, dua eder ve niyaz olurlar.
Mart’ın son ya da Nevrûz’dan önceki ilk çarşambası, İranlılar’da olduğu gibi Çarşembe-i Sûri (Kızıl Çarşamba) olarak değil, Ahir Çarşamba olarak adlandırılır. Bunun hayırlı olduğu, Nevrûz’a geçiş niteliği taşıdığı anlaşılıyor. Bugün çalı-çırpı toplatılır ve gece ateşler yakılarak üzerinden atlanır. Ateşin arındırıcı, temizleyici ve kötülükleri yakıp yokeden bir simge olduğu düşünülürse, Nevrûz’la birlikte kutlanacak olan Yılbaşı öncesinde, son kez eski yılın kalıntılarından kurtulunmak istendiği anlamına geldiği düşünülebilir. Zaten Nevrûz gününün gecesi ise, daha önce de değinildiği gibi, her şeyin yenilendiği, belirli bir anda cümle varlıkların Hakka şükür secdesine indikleri, o anda derelerden, akarsulardan su yerine süt aktığına inanılır.
Alevi-Bektaşi toplumu, Sultan Nevrûz’a büyük önem verir; onun Muharrem Matemi içinde gelmesi halinde, sabahtan öğleye kadar Nevrûz erkânı yapılır, öğleden sonra yine mateme devam edilir.
Bektaşiler’de, Nevrûz’a girilmeden önceki gece, Nevrûz erkânına geçilmeye başlanır. Doç. Dr. Bedri Noyan Dede-Baba’nın yazdığına göre, önceki gece , bir yılın her günü için bir kez olmak üzere, yani 366 kez şu yakarışta bulunulur:
Ey gönüllerimizi ve gözlerimizi iyiye döndürücü,
Ey geceleri gündüzlere çevirici,
Ey yılları yıllara ekleyen bizim halimizi en iyi hale çevir!
Bundan sonra da bir kez de şöyle yakarılır:
Tanrım, isteğimi ver! Senin elçin Muhammed Mustafa hakkı için… Ey Düldül’ün binicisi Ali… Bize güven, inancımız ve gücümüz senin yolunadır… Ayıplarımızı ört, suçlarımızı bağışla. Ey örtücü, ey bağışlayıcı… İyiliği çok kişilerin ve Hz. Peygamber’in yakınında bulunmuşların hürmetine isteğimi kabul et!
Nevrûz sabahı ise, usulüne uygun olarak Meydan odasına, yani cemin yapıldığı odaya girdikten sonra, herkes yerli yerine oturur. Erkân gereğince çerağlar uyarılır ve Mürşid oturduğu yerden,Türkçesi aşağıdaki gibi olan Arapça bir dua okur:
Ey yılları yıllara ekleyen bizim halimizi en iyi hale çevir.
Ey gönüllerimizi ve gözlerimizi iyiye döndürücü,
Ey geceleri gündüzlere çevirici!
Tanrım senin dönüb dönüb saldıran Arslan’ın hakkı için, isteklerimizi kabul et!
Ey dayanağımız yüce Tanrı, Dost. Hü!..
Bundan sonra Baba efendi, sağında ve solunda duran ve ellerinde birer çerağ tutan iki dervişi, meydandaki tüm diğer kişilerle birlikte ayağa kalkarlar. Ve Baba efendi bir de şunu okur:
B-ism-i Şah, Allâh Allâh!
Belegâni murâdi, bi-hakk-ı Muhammed-il -Mustafâ Nebi-yyike ve bi-hakk-ı Ali-yyel-Murteza veli-yyik-el-ahyâr. Yâ Ali Düldülsüvar, aleyke İ’timadi ve mink-el-İ’tikaadi v-el-iktidari. Üstur uyubena, vağfir zünübena… Ya Settar. Ya Gaffar … Bi-hurmet-il -Ahyâr ve Ashâbik-el Muhtar. Salâvatullâh-i aleyhim ecma’in.
Gülbenk bitince, makamına uygun olarak Hz. Nevrûziyye’lerden biri okunmaya başlanır. Nevrûziyye’yi ayakta okumak erkân gereğidir. Yeri belirtilmemiş olmakla birlikte, Ali Mevlüdü ’nün de bu bölümde ve Nevrûziyye’lerden önce okunduğunu sanıyoruz. Sözkonusu Ali Mevlüdü şöyledir:
Şah-ı Merdan, Şir-i Yezdan Murteza doğdu bugün,
Pişüva-yı evliya vü esfiya doğdu bugün.
Fatıma bint-i Esed’dir ol velinin ânesi,
Haşimi gülzârının nev goncesi, bir dânesi.
Ol asâlet menbaı, ol kâmile,
Çün Ebu Talib’den oldu hâmile.
Bir sedef veş, hayli dem dürdaneyi,
Sakladı batnında mehveş hâleyi.
Geçti hayli haftalar, günler ve mah,
Doğdu böyle bir mübarek günde Şah.
Öyle bir gün doğdu, ol Nevrûz idi,
Öyle ki bir yevm-i nûr efrûz idi.
Başka bir gün olamaz ol yevme eş,
Bürc-i hamle girdi ol günde güneş.
Kâinata nûr saçıp feyz-i bahar,
Nev hayata girdi her yer, cümle var.
Sayesinde Hayder’in buldu hayat,
Fâhira serta beşer, bu kâinat.
Doğdu Beytullah’da ol Sah-ı Necef,
Kimseye vaki değildir bu şeref.
Bendegân-ı Ehl-i Beyt-i Mustafa,
Böyle günde eylesin zevk u sefa.
Nûr-ı pâk-i Hayder etsin iltimâ,
Hep beraber eyleyin canlar semâ.
Dem sürülsün aşkına, devranına,
Baş kesilsin Murteza erkânına.
Bundan sonra sıra süt ikram etmeye gelmiştir. Baba efendiden başlayarak herkese süt verilir. İkramda hazır bulunanlar hep bir ağızdan , „Uçmakdaki süt ırmağı, Ali, Hüseyin ve Hasan’dan!“ sözlerini seslenirler.
En sonunda da Mürşid’in okuyacağı gülbenkle erkân tamamlanmış olur. Ne var ki bu gülbenk bir tane değil, sözleri farklı, uzun ve kısa olmak birden çok türleri var. Biz burada kısa ve özlü olan birini vermekle yetineceğiz:
B-ism-i Şah, Allah Allah!
Nevruz-u Sultan, mevlud-ü Şâh-ı Merdân… Sipas-ü şükr-ü Yezdan – Tulû -u afitâb-ı cihan, burak-ı nâr u asiman, iyd-el-eyyam-ı nişan. Sürûr-u ihvan ve ehl-i iman, hurrem-ü şâd-ü handân… Bezm-i cemi’i ehlullah Küşâde-i meydan, icra-yı erkân. Küll-i yevm’in Hüve fi şân…
Allah Allah ! Vakitler hayr’ola, hayırlar feth’ola, beliyyeler def’ola. Hak erenler yıllarımızı mübarek eyleye. Meydanlarımız şen, gönüllerimiz rûşen ola. Hak Muhammed Ali Meydanı’mızdan, soframızdan yâran ve ihvanımızın eksikliğie üç ni göstermeye.
Tuttuğunuz işler âsan ve gönüllerimizin umduklarını ihsan eyleye.
Hazır, gaib, zâhir, bâtın Hakerenlerin hayır-himmetleri üzerlerimizde sâyebân ola.
Dervişlere kötülük düşünen münkir müfsid ve münafıkların boynundan Zülfikâr-ı Hayder-i Kerrar eksik olmaya. Yuf münkire, lanet Yezid’e, rahmet mümine… Hazır ve gaib erenlerin demine, keremine Hü!…
Mehmet Yaman’ın aktardığı Aleviler’deki bir diğer erkâna göre de, Nevrûz günü akşamı, halk elinde lokmalarıyla toplanılacak yere gelir. Dede lokma sahiplerine dua verir. Bunun ardından, iyice kaynatılmış bir tas süt bir tepsinin üstüne konur ve etrafı da mevsimin çiçekleriyle süzlenerek, tepsi Dede’nin önüne getirilir. Sütün içine iki adet saman çöpü atılır ve onların birleşmeleri gözlenir. Bu iki çöpün biraraya gelmesi, itikat ve gönül birliğinin işareti olarak yorumlanır. Gece biraz ilerleyince Dede sırasıyla Nâd-ı Ali duasını okur, Oniki İmamlar’ın adlarını zikreder ve bir dua daha okur.
Bundan sonra zâkir bağlamayı eline alıp 3 Nevrûziyye veya deyiş ve üç Düvaz-İmam okur. Bir tevhid yürütülür:
Fâilâtün Fâilâtün Fâilât
Ver Muhammed Mustafa’ya salevat
Çekelim aşkın yayın, Cem’e girmesin hayin
Tevhid kararın buldu, yol erkân yerin aldı
Müminler şad oldu güldü
Diyelim ah Hüseyin, Şah Hüseyin
Evveli Hü diyelim, ahiri Hü diyelim
Yuh olsun yalancıya
Gâziler, gerçekler demine Hü diyelim
Hatâyim hân oğludur, han tutmuş han oğludur
Bu yola ser vermeyen, Şimir Mervan oğludur
Hatâyim hâna gider, hân tutmuş hâna gider
Gâfil olman gâziler bu yol Şâh-ı Merdân’a gider
Kul Himmet üstadımız, yoktur bizim yâdımız
Şâh-ı Merdân aşkına, ver Mevlâ muradımız
Bir dua daha okunur, „Edeb erkân getire, herkes yerine otura“ denir ve herkes rahat oturur. Sonra ortaya süpürge çalınır ve cem sona erer.
Nevrûz erkânının her yerde aynı biçimde yürütülmediği, belirli farkların bulunduğu doğrudur. Ancak işin özünde kayda değer bir ayrılık bulunduğunu sanmıyoruz. Geleneksel Sultan Nevrûz’un yanısıra anılan Hz.Ali’nin kişiliği, doğuşu nedeniyle duyulan sevinç ve ona duyulan saygıdır.