Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Gündüzlü talebe olmanın verdiği güven ve cesaretle bambaşka bir tavır içine girdiler. Sokakta yürüyüşleri değişti. Mektepli olmanın verdiği ağırbaşlılık sindi üzerlerine. Yuvalarından ilk defa kanat çırpan kuşlar misali on iki on üç yaşlarında, evlerinden barklarından ayrılacakları günü bekliyorlardı. Korku, telaş ve heyecanları birbirine karıştı. Okul ve dersten ziyade asıl tasaları gidecekleri yerde ayakta kalabilmekti.
Okul yolculuğu başlamadan önce komşuları gezip el alıp el öptüler. Evin orta direğine ip bağladılar. Mezarlık ziyareti yapıp, geçmişlerine dua edip onlardan uğur istediler. Uzun siyah saçları, geniş dudakları, çatık kaşları, çakmak çakmak gözleri ve zeki bakışlarıyla kara kuru, ufacık tefeciktiler. Derede tokaç yemiş, meşe külüyle yıkanmış kazakları; yıkandıkça küçülmüş pantolonları ile annelerinin, babalarının, ağabeylerinin kocaman ayakkabılarını giyerek kimi kağnıyla, kimi at arabasıyla, kimisi de traktörün arka römorkuna yüklenmiş “iki mitil bir sitil” eşyalarıyla arkalarından dökülen yarım helke suya bakarak mektebin yolunu tuttular.
Gündüzlü talebeler, köyden çıkıp okulun bulunduğu yerde kiraladıkları eve vardıkları ilk gün yüreklerinin arasına sıkıştırdıkları duygularla dokunsan ağlayacak gibi olurlardı. Hele evi paylaştıkları kişiler arasında üst sınıflarda okuyan, elinden tutacak bir büyüğü de yoksa durum daha da kötü olurdu. Akşamın karanlığı gündüzlü talebelerin dünyasını daha da karanlık hâle getirir; zihinlerinde uçuşan bir yığın sırrı çözmek için derin düşüncelere dalarlardı.
Gündüzlü talebeler terkedilmiş, kullanılmayan evlerde ikamet ederlerdi. Okulun bulunduğu yerleşim merkezindeki bütün evler okula ait santral ile aydınlanır, gündüzlü talebelerden çok azının evinde elektrik olurdu. Elektriği olmayan evlerde gaz lambası kullanılır, gaz bitince mum yakılır, o da olmazsa sokak lambalarının camdan sızan ışığından yararlanılarak ders çalışılırdı. Gündüzlü talebeler lambanın gazı biter korkusuyla ilk akşamdan yatağa girer, yorganı boğazlarına kadar çeker, birbirine çarpan dişlerini sıkar, yorganla döşek arasında büzülerek iyice yok olurlardı. “Sefil hırka çek başına / Yat bir zaman gör nic’olur.” deyişi sanki gündüzlü öğrenciler için söylenmişti. Gelecek günlerin güzel olacağı hayaliyle “Sabahın sahibi var.” deyip uykuya dalarlardı.
Alaca karanlıkta yataklarından kalkar, demi kalmamış çay ile birlikte kuru yavan ne varsa yer, okulun yolunu tutarlardı. Çorak topraklarda yaz güneşinde teni yanan gündüzlü talebelerin okuldayken de açlıktan mideleri yanardı. Okula geldiklerinde yatılı talebelerin sabah etüdünü bitirmiş, kahvaltılarını yapmış vaziyette gruplar hâlinde volta attıklarını görür; onlara imrenirlerdi. Gündüzlü talebeler bu durum karşısında nefeslerini olabildiğince içlerine çeker, çok şey düşünür, hiçbir şey konuşmazlardı.
Küçücük odalarda beş altı gündüzlü öğrenci bir arada kalırdı. Yalnız kalanlar için can yoldaşı olsun diye gönderilen çocuk, yaşlı ya da bir akrabasına ait işleri yapmak da neredeyse yine gündüzlü talebelere düşerdi. Tutunacak dalları yoktu. Evin önünde üst üste yığılmış odun çuvallarının, gübre yığınlarının arasından dışarıya bakmakta zorlanır; etrafı güçlükle seyrederlerdi.
Gündüzlü talebelerin çeşmeleriyle tuvaletleri evin uzağındaydı. Küme küme evlerde kalan gündüzlü talebeler buraları ortak kullanırlardı. Evin kapısı dışarıya açılır, soğuk günlerde pencerenin camları bantlanır; bant yoksa ekmek tahtası, sini ya da muşamba ile kapatılırdı. Yan kapıdan hayvanlar ahıra girer, diğer kapıdan da gündüzlü talebeler eve girerlerdi. Ortadaki tandırdan geçilerek eve varılır; ekmek yapılan günlerde bazlamanın, böreğin kokusu ciğerlere kadar çekilirdi.
Odanın bir köşesinde bulunan cağlık; el yüz, kap kacak yıkamak; hatta banyo yapmak için dahi kullanılırdı. Toprak evin tabanına serilecek halı, kilim olmadığı için eve ayakkabı ile girilirdi. Yorgan, döşek sedirde hep serili durur; hem oturulur hem yatılırdı. Odanın köşesindeki parmak kalınlığındaki açıklardan soğuk sızar; düşecek gibi olan tuğlalar yağmurlu, fırtınalı günlerde daha da tehlikeli olurdu. Duvar deliklerine karton, yumak hâline getirilmiş poşetler, kefek taşı yerleştirilir; üzeri külle karışık çamurla kapatılmaya çalışılırdı. Çamaşır bavulu, odun, tezek, patates, soğan, bulgur, tarhana, köz küreği, mangal, gaz ocağı… evde olan her şey sedirin altına yerleştirilirdi.
Gündüzlü talebelerin çalışma masası; inşaatta kullanılan uzun, geniş, eğri büğrü tahtalardan yapılırdı. Yan yana getirilen bu ağaçların üzerinden çıkarılamayan çiviler içine bükülür, üzerine naylondan örtü geçirilerek kenarları raptiye ile tutturulurdu. Yorgan melefesinden perde yapılır, her bir ucu köşelerinden duvara mıhlanırdı.
Hava bulutlandığı zaman gündüzlü talebelerin başını kaygı sarar, içlerinde kıyamet kopardı. Kış günlerinde sabahın erken saatinde kalkarlar, ilk yapacakları iş soba yakmak olurdu. Önüne günebakan sapı, arkasına tezek, buruşturulup atılmış kâğıt parçaları, çöp kutularından apardıkları mukavva kutularını doldurarak yakarlardı ateşi. Camın buzu ısındıkça erir; sular yatağın, yorganın, minderin, çulun, çuvalın üzerine doğru sızardı. Yağmur yağdığında duvar aralarındaki çatlaklardan toprak sıvayla birlikte kapının önüne doğru samanla karışık sapsarı su akardı. Yarısı çarpı, yarısı salla döşenmiş tavandan inen her damlanın altına melamin tabak, alüminyum tas, bakır tava, çanak çömlek ne varsa konulur; eşyalar bir başa toplanır; varsa üzerine battaniye ya da palaz örtülürdü. Duvarın dökülen kısımlarının üzeri artist posteriyle kapatılır, haftada bir temizlenen evin süprüntüsü kapının arkasına yığılırdı. İçerisindeki soğan, sarımsak kabuğu; patates kabuğu ve yanık yemek artıklarıyla birbirine karışan çöp yığını nedeniyle kapı yarısına kadar ancak açılabilirdi.
Gündüzlü talebeler en yakın dükkândan alışveriş yapar; makarna, hazır çorba, salça, sıvı yağ alırlardı. Veresiye defterinin en başında, gündüzlü talebe ibaresinin yer aldığı bölümde talebenin adı, soyadı, kaçıncı sınıfta olduğu, şubesi, memleketi ve baba lakabı yazar; gündüzlü talebelere çokça sayfa ayrılırdı. Gündüzlü talebeler dükkâna her seferinde boyunlarını bükerek girer, bakkalla göz göze gelmemek için yüzlerini oraya buraya çevirirlerdi. Bakkal “Borcunu ne zaman vereceksin?” sorusunu sormadan “Babam gelince ödeyecek.” derlerdi.
Varlıklı olan gündüzlü talebelerin kiraladıkları evler biraz daha büyük olurdu. Derdinin ucu derinde olan gündüzlü talebeler bu odalarda toplanır, gün içinde okulda yaşadıklarının tahlilini yapar, kafa dağıtırlardı. Kimisi okula getirilmesi yasak olan eşyayı çorabının içinde getirip öğretmene nasıl yakalandığını; kimi, vicdan âşığı öğretmenin “Ananız, babanız ahirette yakama yapışmasın diye herkese yüksek not verdim.” diyerek espri yaptığını; kimisi de sınıfta lüzumsuzca gülmesi nedeniyle öğretmen tarafından kusurunun nasıl giderildiğini anlatırdı. Samimi ortamdaki bu hasbihâle iyilik yapıp görünmeyen ev sahipleri ile iyilik yapıyormuş gibi görünen ev sahipleri de katılırdı. Ödev ve ders bittikten sonra kızma birader, dama, satranç oynanır; ilerleyen saatlerde mâni, masal, tekerleme ve bilmecelerle ortam süslenirdi. Peşkirin ucu topuz yapılarak yüksük kimde oyunu oynanırdı. Zaman zaman hicve yer verilir, taklitlerle kahkahalar birbirine karışırdı. Milletin, memleketin derdine kadar varan sohbetlerden sonra tenekeden darbuka çalınır, saz eşliğinde türküler söylenirdi.
Okul bahçesinin uzağında okula ait araziler vardı. Tarım derslerinde buralarda ekim, dikim yapılır; okul bütçesine de katkı sağlanırdı. Okulun traktörüyle öğrenciler tarlaya götürülür, yolculuk büyük bir şölene dönüşürdü. Traktörün römorkunu tıka basa dolduran öğrenciler şarkılar, şiirler, marşlar söyler; avazları çıktığı kadar bağırırlardı.
Tarla işlerine yatkınlıkları nedeniyle öğretmenler gündüzlü talebeleri daha çok severlerdi. Köyde bu işleri çokça yaptıkları için kazma, kürek, bel, tırpan gündüzlü talebelerin eline çok yakışırdı. Gündüzlü talebeler ağaçların etrafını beller, çapa yapar, ayçiçeği keser, pancar sökerlerdi. Toz dumana katılıp yüzlerden süzülen ter boyundan bağıra doğru akarken gündüzlü talebeler, temmuz ayının sıcak günlerinde ekin biçip, deste toplayıp tırmık çekerken kesik kesik soludukları günleri hatırlarlardı. Bostan suladıkları, çalgı kesip ırgatlığa gittikleri günleri gözlerinin önünden geçirirlerken duygularıyla baş başa kalır; “Adam olacağım.” sözünü arka arkaya tekrarlayarak kendi kendileriyle konuşurlardı.
Gündüzlü talebelerin kitabı hiç olmazdı. Önceki yıllarda okumuş öğrencilerin eski kitaplarını kullanırlardı. Defterlerini gazete kâğıdıyla, kitaplarını çimento torbalarıyla kaplarlardı. Çantaları yoktu. Kitap, defter koltuk altında okula gidip gelirlerdi. Keşfe merakı olan gündüzlü öğrenciler, defter kabının üzerindeki haber ve ilanları alıp uzak şehirlerle yazışarak radyo, teyp, gaz ocağı tamir etmeyi; evlere su tesisatı çekmeyi, elektrik devrelerinin nasıl bağlanacağını buralardan öğrenirlerdi.
Ev işleri ve okula hazırlık nedeniyle sabah okula geç kalanların büyük çoğunluğu gündüzlü talebelerden oluşurdu. Öğleye kadar dersi olan ve öğle yemeğine çıkmaya yakın bir vakitte eve gidip yemek yapmak durumunda olan gündüzlü talebelerin üzerine karabasanlar çökerdi.
Gündüzlü talebeler hafta sonları yol boyunca yürüyerek ders çalışırlar, birbirlerine karşılıklı sorular sorarak açık havada heyecanlı bir ders iklimi oluştururlardı. Bilinmeyen sorular not edilir, cevabı alınıncaya kadar üzerinde münazara yapılırdı. Yarılmış, baklava dilimi gibi üzeri kabuk bağlamış toprak üzerinde yürürken çıkan sese kulak kesilir; yorulduklarında yol kenarındaki düzlüklerde çoban döşeği otunun üzerine oturup dinlenir; dönerken evde yakmak için calba, kılçiriş, keven ne bulurlarsa kucaklarına doldurur getirirlerdi.
Cumartesi günleri okulun sinema salonunda film oynatılırdı. Gündüzlü talebeler, harçlıklarından kıt kanaat artırdıkları parayla okula gelecek filmi dört gözle beklerlerdi. Gündüzlü öğrenciler, Yıldıray Çınar’ın “Garip” filmiyle hüzünlenir; Cüneyt Arkın’ın “Estergon Kalesi” ile farklı dünyalara uçar; “Hababam Sınıfı”nı seyrederken kendilerinden geçerlerdi. Seyrettikleri her filmin başrol oyuncusunun yerine kendilerini koyar, filmi izlerken yerlerinde duramazlardı. Film bitip dışarı çıktıklarında izledikleri filmin etkisiyle kendi filmlerinin senaryosunu yazar, yapımcılığını üstlenir, rolleri kendi aralarında paylaşarak arkadaşlarıyla birlikte âdeta film çevirirlerdi.
Sinema salonunda yeteri kadar seyirci olmadığı vakit sinema kolu başkanının inisiyatifiyle filmin ikinci devresinde gündüzlü talebelerin ücretsiz olarak içeri girmelerine müsaade edilirdi. İzin verilmediği zamanlarda ise gündüzlü öğrenciler yırtıp atılan biletleri yan yana getirip yapıştırarak sinema salonuna girmeye çalışırlardı. Dışarıda kalan gündüzlü talebeler camın siyah perdelerinin açık kalan aralığından itiş kakış film sahnesini görmeye çalışırlar, eve geldiklerinde yarım yamalak izledikleri sinemanın seyredilmeyen kısımlarına süslemeler ve eklemeler yaparak filmi heyecanla ve abartarak ev arkadaşlarına aktarırlardı.
Okulun yönetici ve öğretmenleri, habersizce gündüzlü talebelerin evine giderlerdi. Ders çalışıp çalışmadıklarına bakar, yaşantılarını yakından görür, evde ne olup bittiğini incelerlerdi. Gündüzlü talebeler, perme perişan ev hâliyle hocaların karşısında utanır; talebelerin yüzleri kızarır; elleri ayakları titrerdi. Okuldan emanet olarak getirilen demirbaş masa, sıra, sandalye saklanır; odanın duvarlarına asılan resimler, film afişleri kontrole gelen öğretmenlerin hassasiyetlerine göre değiştirilirdi. Denetim sonucunda vukuat işlediği belirlenen gündüzlü talebeler ertesi günün sabahında idare binasına çağrılır, arkasından da ailelerine haber verilirdi.
Okula davet edilen veli ile talebe karşı karşıya getirilir, yukarıdan aşağıya çocuğunu süzen babanın ilk sözü: “Yine icat çıkarmışsın!” olurdu. Baba; derslerine çalışan öğrenci için gelecekte kapıların ardına kadar açılacağını, hiç kimseye değil kendisine güvenmesi gerektiğini, hayatın hiçbir zaman insanlara cömert davranmayacağını ifade edip, değişen ses tonuyla birlikte imalı sözleri de satır aralarına sıkıştırarak çocuğuna tavsiyelere bulunurdu.
Her pazartesi okulun bütün öğrencileri içtima alanında toplanır, okul yöneticileri öğrencilere önemli duyurular yapardı. Elbise, kravat, ayakkabı kontrol edilir; defteri, kitabı olmadan okula gelenler; pergelden gönyeye, silgiden cetvele hatta kalemtıraştan mendile kadar uyarılırlardı.
Gündüzlü talebeler fark edilmemek için arka sıralara saklanırlar, ayakkabılarının yırtılan kısmını göstermemek için pantolonlarının paçasını aşağı çekiştirirlerdi. Son düğme boğazını sıksa dahi gündüzlü talebelerin mintanın yakası kirinin gözükmemesi için hiç açılmazdı. Neden ceketinin olmadığını soran her öğretmene “Babam öbür haftaya alacak.” cevabı verilirdi. Babaların söylediği “Ceketimi satar seni okuturum.” ifadesi sözden öteye geçmez, okulun verdiği elbiseyle kıyak gezen yatılı öğrencilere gıptayla bakılırdı.
Gündüzlü talebeler okulun hamamına, yatakhanesine, yemekhanesine alınmaz; etüde katılım ise nöbetçi öğretmenin merhametine kalırdı. Okulun ekmek fırınının önünde çalı, çırpı, kütük, doğranmış odun parçaları bulunurdu. Gündüzlü talebeler ders bitim saatinde fırının önünden geçmeyi âdeta gelenek hâline getirirlerdi. Ağaç dallarından at yaparlar ya da uzun tahta parçalarıyla kılıç kalkan oynayarak eve kadar giderlerdi. Odunlarla yapılan oyunun öyküsü, odunun akşam sobada yakılmasıyla son bulurdu.
Yatılı talebeler, gündüzlü talebelerin özgürce yaşadıkları ev ortamını özlerken gündüzlü talebeler de okul tarafından her türlü hizmet ve imkânın sağlandığı yatılı öğrencilerin yaşantılarına özenirlerdi. Gündüzlü talebelerin çok samimi olduğu yatılı öğrenciler, yemekhanedeki istihkaklarından tasarruf ettikleri ekmek, zeytin, kıyma, sana yağ, peynir… ne varsa koyunlarına sokup gündüzlü arkadaşlarına getirirlerdi. Ayrıca okulun kritik noktalarında gündüzlü talebelere verilen nöbetlerin arkasından tanınan yemekhanede yemek yeme fırsatı da gündüzlü talebeler için büyük bir ödül olurdu.
Gündüzlü öğrenciler için en coşkulu bekleyişlerden biri de kendilerine gelecek olan mektubu gözlemekti. Haftanın belli günlerinde öğrenci başkanı yüksek bir yere çıkar, ad okuyarak mektubu talebelerin üzerine fırlatırdı. İsimler okundukça heyecan zirveye çıkar, herkes sıçrayarak mektubu yakalamaya çalışırdı. Yakınlarından gelecek sağlık haberleri ve zarfın içerisine konulduğu zannedilen üç beş kuruştan başka kimsenin bir beklentisi olmazdı.
Gündüzlü talebelerin bir kısmı okula yakın yerleşim merkezlerinde ikamet eder, günlük gidiş geliş yaparlardı. Büyük bir kısmı ise üç dört saat yürüyerek hafta sonlarında köylerine giderlerdi. Her ne kadar gidişler bahar aylarında kolay olsa da kışın bu yolculuklar tam anlamıyla çileye dönüşürdü.
Ayazda yola çıkan gündüzlü öğrenciler ellerinde file, omuzlarında kirli çamaşır torbaları, yüzlerine bağladıkları gömlek, pijama, havlu ile her biri bir şekle bürünürdü. Karşıdan karşıya geçmek için yan yana getirilen telefon direklerinden yapılmış, üzeri rastgele tahtalarla döşenmiş köprüden düşe kalka ya da suyu boylayarak dereyi geçerlerdi. Hava karardıkça patika yol iyice daralır, sonra da gözükmezdi. Gündüzlü talebeler nereye doğru gideceklerini anlamaya çalışırken her kafadan bir ses gelir, herkes bir yön tarif ederdi.
Kibrit, çakmak ne varsa çakılır; ateşin yandığı ile söndüğü bir olurdu. Gündüzlü talebelerin eve ulaşmaları bir mucizeydi. Gece yarılarına kadar süren meşakkatli yolculuğun arkasından köye giren gündüzlü öğrencilerin eve ulaştıklarında çıkardıkları giysileri, buz tutmuş pantolonları heykel gibi dimdik ayakta kalırdı.
Ailelerinin yanına giden gündüzlü talebeler okula dönerken arka camında ağlayan çocuk, yan bagajının üstünde sürat resimleri, önünde “Babam sağ olsun.” yazısı bulunan otobüslerden birine biner; parası olmayanlar ise yürümeyi tercih ederlerdi. Kimi araç sahipleri yolda el kaldıran gündüzlü talebeyi alır, kimi şoförler ise aracını sürer savuşurdu. Yol parası olmadığı için zaman zaman yolun ortasında bırakıldıkları da olurdu. Çünkü onların bilindik adları, bedavacı tayfasıydı. Herkes bindikten sonra gündüzlü talebeler arabaya alınır, koltuğa oturmalarına izin verilmez, ayakta ya da çömelerek giderlerdi. Evlerinde halı, kilim, heybe dokunan gündüzlü talebelerin ceplerinde diğerlerine nazaran daha fazla para olur; otobüs sahibinin ve yolcuların ilgisi de ona göre değişirdi.
Köyüne gidemeyen gündüzlü talebelerin ısmarıçları arkadaşları tarafından getirilir, bin bir güçlükle taşınan çıkın evde heyecanla açılırdı. Memleketten gelen yufka ekmek, kömbe, katmer, kete gibi yiyecekler evin nemli ortamında bozulmaya yüz tutsa da küflü olanlar dâhil hepsi tüketilir; zerresi dahi kalmazdı. Yiyeceklerle birlikte az miktarda bir harçlık gönderilmişse gündüzlü talebeler o gün çemen ekmek yiyerek bayram ederlerdi. Harçlığı biraz daha fazla gelenler ise bu farklılığı helva, yumurta; mevsimine göre domates, biber ve salatalıkla taçlandırırlardı.
Gündüzlü talebeler okulun futbol, piyes, halk oyunları dâhil hangi etkinliği varsa hepsinde yer alır; omuzlarındaki yükü sosyal ve sportif faaliyetlerle hafifletmeye çalışırlardı. Derslerin yanında ülke meselelerinin de ele alındığı hafta sonu okul kurslarına katılmayı sabırsızlıkla bekler, bilgilerini her daim yenilerlerdi. Ellerine hangi kitap geçerse okur, kitabın her sayfasında kendileri gibi feleğin kazanında pişip ıstırapla yoğrulan o kadar çok insana rastlarlardı ki kitapta bahsedilen insanlara sokaktakilerden daha çok yakınlık duyarlardı.
Gündüzlü talebelerin ne üstlerinde ne başlarında vardı. Sınıfça çekilen fotoğraf karelerine girmekten utanır, çekinirlerdi. Kimi zaman nerede duracaklarını şaşırır, kimi zaman da ani bir cesaret havliyle ileri atılıp en ön saflarda kendilerine yer bulurlardı.
Gündüzlü talebeler; o kadar çok zorlukla cebelleştiler ki yaşadıkları cefa onları daima güçlü ve bilge kıldı. Hayatta sınanmadık hiçbir şeyleri kalmadı. Her türlü değişimi yaşadılar. Değişmeyen tek yanları, hasbiydiler; harbiydiler. Tüm yokluğa, yoksulluğa rağmen gülmeye her zaman hazır çocuklar olarak tanındılar.
Beklentisiz, şikâyetsiz, bahanesizdiler. Dostluğu mukaddes bilip ellerindeki son lokmayı arkadaşlarıyla paylaştılar. Sefaletin çarkında ezilmelerine rağmen aldıklarını değil verdiklerini değerli saydılar. Varlığa şükredip yokluğa sabrettiler. Sadakati de vefayı da her zaman bildiler. Kaybederken edindikleri deneyimler onların en büyük serveti oldu.
Anneden, babadan uzak; saçları okşanmayan çocuklardılar. Mağlubiyetleri hiç olmadı. Başarıları artarak sürdü. Öz güvenleri hep yüksekti. Sevdaları gönüllerinde yarım kalmış olsa da düşe kalka, ağlaya güle; hüzünle, sevinçle yollarına devem ettiler. Güçlükler önlerinde ne kadar engel oluşturursa oluştursun hayata dair yeni bir damar bulup topluma karışarak bahar güneşi gibi doğmayı başardılar.
Yakası bırakılmayan gündüzlü talebeler kapısı, penceresi çürük; derme çatma, kasvetli evlerde derdi içine çekip derman üflediler. Konforlu evlerde yaşamadılar. Bitmez tükenmez taleplerle ailelerinin karşısına çıkan talebe olmadılar. Beton yapılı apartmanların yüksek katlarındaki okullarda değil, yerden yapma mekteplerde okudular. Kozasını yırtan bir tırtıl misali doktor, hâkim, asker oldular, öğretmen oldular; polis, bekçi, çiftçi, işçi oldular. Ne oldularsa bulundukları yerde en iyisi oldular. Acı, üzüntü, hayal kırıklığı yoksa o hayattan bir hikâyenin çıkmayacağını en erken yaşlarda bilenlerden oldular.
Gelecek, fırsatların farkına varabilenlere aittir. Zorlukların üstesinden gelerek kendi fırsatlarının farkına varan gündüzlü talebeler; devlete yük olmadan, sırt sırta verip, kalemlerine sıkıca sarılarak okudular. Okudukları dönemlerde isimsizdiler. Vakur duruşları ve tebessüm eden yüzleriyle eğitim tarihine adlarını “yoklukla terbiye edilmiş direnç abidesi” olarak yazdırdılar.
Yaşamadıklarını değil yaşadıklarını özleyen gündüzlü talebelerin bakışları geride kalsa da, eski günlerin geri gelmeyecek silinmez hatıralarını albümlerde bırakarak, gökyüzünden geçen beyaz bulutlar gibi geçip gittiler. Yıkık mahzenlerden hazin hikâyelerle hayata atılan tedrisatın bu eşsiz numuneleri, ortaya koydukları olağanüstü başarılarıyla her zaman anılacak, anlaşılacak ve konuşulacaktır.