Öğretmen haberleri ve gelişmelerden hemen haberdar olmak için Telegram kanalımıza katılın!
Hasretinden eskittiği prangaları yıllarca kendine yol eden, yollarını saygı duyduğu şiirlerine adayan şair ve gazeteci Ahmed Arif’in hayat hikayesidir…
Üniversiteye yeni başlamıştım. Bir şarkı duydum. Daha önce de duyduğuma emindim aslında; ama nedense bu kez başkaydı içime işleyişi. Demek, şimdi de Ahmed Arif’i özümseme zamanıydı…
"Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş
Beni böyle eskitense prangalı hasretin…"
Diyordu şarkıda.
Ahmed Arif, hasretinden prangalar eskitmişti. Yandıkları, sevdikleri, vazgeçtikleri… Her şey yan yana dizilmiş bu 5 sözcüğün içindeydi sanki. Her kültüre bulanmış, ülkesini, memleketini, sevgiyi savunan şiirler yazmıştı…
Çocukluğu
Ahmed, 23 Nisan 1927’de, Diyarbakır Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak 7 no’lu evde dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Ahmet Hamdi Önal” adını verdi. Annesi Kürt, babası ise Kerkük kökenliydi.
Annesi Sare, Ahmed henüz bebekken hayata veda etti. Ahmed, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Bundan sonra hayatı, babasının yeni eşiyle devam edecekti. Babası memurdu ve bu sebepten Diyarbakır’dan sonraki yaşayacağı yer Siverek olmuştu. Bundan sonra da bu taşınmalar devam edecekti.
Çocukluğu boyunca farklı yerlerde yaşayan Ahmed, Arapça, Kürtçe ve Zazaca dillerini çok iyi konuşuyordu. Hatta o kadar iyiydi ki, ilginç bir iddiada ismi geçecekti. Bir gün Ahmed ve arkadaşları oyun oynarken onu izleyen üç adam, Ahmed’in hangi ırka mensup olduğu üzerine bir iddiaya tutuştu. Biri Arap, diğeri Kürt, öteki ise Ahmed’in Zaza olduğunu tahmin ediyordu. Aralarında anlaşamayan bu üçlü, orada bulunan bir esnafa danıştılar. “Bu çocuk nedir?” diye sorup 5’er lira koydular ortaya. O zamanlar 5 lira büyük paraydı tabii ve üçü de kendisinin kazanacağına ziyadesiyle emindi. Esnaf ise onları şöyle yanıtladı: “Üçünüz de yanıldınız, bu çocuk Türk”.
Ahmed, henüz anlamını bildiğinden habersiz, belki de en çok hissederek, adaletin peşindeydi. Haksızlığa tahammül edemeyen, büyümüş de küçülmüş bir çocuktu o. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi.
Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğin değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” diyecekti.
Eğitim hayatı
Okul çağı geldiğinde ailecek Siverek’teydiler ve Ahmed, okuma yazmayı ilkokuldan önce anaokulunda öğrenmişti. Ardından ilkokul kolay geçti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak Afyon’da okudu. Ancak lise mezuniyeti Diyarbakır Lisesi’nden oldu. Şiir yazmaya da işte bu sıralarda başladı.
Lise sıraları, şiir sanatını en yoğunluklu icra ettiği zamanlar oldu. İlk şiiri, 1940’ta, “Seçme Şiirler Demeti Dergisi”nde yayımladı. 10 lira telif ücreti bile kazanmıştı. Ancak en büyük kazancı, şiirinin dedesi yaşındaki şair ve ney üstadı Neyzen Tevfik ile bir arada yayımlanıyor olmasıydı.
Ahmed, askerliğini de İstanbul Riva’da yaptıktan sonra üniversite için de Ankara’daydı. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Bu sırada, 1951 ve 1952’de iki kez TCK 141’e muhalefetten tutuklandı ve bu sebeple de yükseköğrenimini tamamlayamadı.
İlk şiirleri
Ahmed, 1940-1955 yılları arasında başka başka dergilerde şiirlerini yayımladı. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve en son da Halkçı gazetelerinde düzeltmen olarak görev aldı. Bu şiirlerde kendine has hayal gücü göze çarpıyor ve lirizm ile Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmek için ilk adımlarını atıyordu. Bir gün Türkçeyi en iyi kullanan şairler arasında anılacaktı adı.
Şiirlerinde her zaman ezilenden yanaydı ve insanlığı, kardeşliği vurguluyordu. Çeşitli gazetelerde çalışan Ahmed Arif’in, şiirlerinin toplandığı ilk ve tek kitap, “Hasretinden Prangalar Eskittim”, 1968’de yayımlandı ve korsanları hariç, 23 baskı yaptı. Yine aynı adı verdiği şiir kitabı da 20 binden fazla sattı. Tek kitabıydı; ama 20 yılın birikimiydi. Sonraki baskılarda eklenecek şiirleri de düşünürsek, 50 yıla çıkacaktı bu birikim.
Ahmed Arif, kitabını “Hasretinden Prangalar Eskittim” adıyla yayımlamıştı. Aslında bu isme gelene kadar başka isimler de düşünmüştü. İlk olarak “Dört Yanım Puşt Zulası” olmasına karar vermişti. Ancak kardeşi ona engel oldu. "Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın” diyordu. Kardeşine hak vermişti, daha sonra “Hasretinden Prangalar Çürüttüm”de karar kılmıştı ki, “çürütmek” kelimesinin kulak tırmaladığını fark etti. “Eskitmek” sözcüğü daha iyi duracaktı…
Otuz Üç Kurşun şiiri
“Günde dört paket Bafra içiyorum” diye açıklardı Ahmed Arif günde dört paket sigara içtiğini. Oysa içerken dahi sigaranın kokusuna tahammülü yoktu. Kendisi bu kadar çok içse de, sigara içilen ortamlardan mümkün olduğunca uzak dururdu. İlerleyen yaşlarda da sigarayı tamamen bırakacaktı. Sigaraya ilginç bir şekilde şiire bağlı olduğu gibi bağlıydı aslında. Sigara uzun vadede verdiği zararla nihayetinde onu öldürmeye yeminliydi. Bir gün, yazdığı şiirle de ölümün eşiğinden dönecekti.
1943’te, Van’da yaşanan, 32 kişinin ölümü ve 1 kişinin yaralanması ile sonuçlanan Muğlalı Katliamı sonrasında, Ahmed Arif, bir şiir yazdı. Ona “Otuz Üç Kurşun” adını vermişti. Bir gece geldiler, aldılar onu bu şiirden sebep ve sabaha kadar dövdüler. “Oku!” dediler; okumamıştı. Dövdükten sonra, Ahmed Arif’in gözlerinin yarı kapalı seçebildiği tellerden aşağı bıraktılar onu. Sabah çöpçüler bulacaktı onu. O zamana kadar da sokak köpekleri koklamak için burnunun dibine kadar gelmiş, “Ya beni öldü sanıp yerlerse” diye ödünü koparmıştı…
(Ahmed Arif, Leyla Erbil)
Büyük aşk: Leyla Erbil
Büyük aşktı Ahmed Arif’inki. Onu öyle seviyordu ki, “Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol” diyordu. Yıllar sonra bu aşk, “Leylim Leylim” kitabında anlatılacaktı. “Ahmed gibi sevmek” diye bir deyim bile oluşabilirdi bu aşktan.
Leyla Erbil’e mektuplar yazıyordu Ahmed Arif ve her mektubun sonunda “Senin” diyordu. Arif’e göre, Leyla’ya doymak korkunç bir ahmaklık olurdu. Sonsuz aşkı, şairliği ile perçinleniyordu. Binlerce yıldır aradığı, hasretini çektiğiydi.
“Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?” dediği Leylası, gün geldi evlendi. 13 Nisan 1955’te, evliliği üzerine bir mektup daha yazdı:
“Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur’’.
Sonra da hep yazmaya devam etti. “İki milyar beş yüz milyon adem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?” diyordu.
Sonra istediği oldu; kağıda döktüğü sevgisi, çığlıkları, belki de planladığı gibi, adem evlatları tarafından öğrenildi.
(Eşi Aynur Hanım ile)
Ahmed Arif evlendi
Ahmed Arif, 1967’de, Aynur Hanım ile evlendi. Bu evlilikten, 1972’de, oğulları geldi dünyaya. Ona Filinta adını vermişlerdi ve bu isim, onun hayatında pek çok şey demekti.
Oğlu hayatında sadece ismiyle yer etmemişti. O, hayatındaki her şeyin karşılığıydı. Kendi deyimiyle yaşamındaki en büyük sevinci baba olduğu gün yaşamıştı. Öyle ki, tam 2 yıl oğlunun nüfus kağıdını cebinde, kalbinin üzerinde taşıdı. Sanki içi bolca para dolu bir cüzdan taşır gibiydi. Oğlu vardı artık; oğlu dünyanın en güzel güverciniydi, en güçlü silahı…
Hangi şairleri severdi
Ahmed Arif’in hayranlık duyduğu birçok şair vardı: Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil… Yine de özellikle Cemal Süreya ve Nazım Hikmet onun için bambaşkaydı.
İşte ilk yıllarda hepsinden aldığı feyzle şiirlerini yazıyordu. Onların şiirlerinden besleniyor, düşüyor, kalkıyor; ama illa kaliteli şiirler çıkarıyordu ortaya. Cemal Süreya için “Ama sen ki benim yarı parçamsın. Suyun ötesindeki parçamsın!” diyordu. Nazım Hikmet içinse, “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim” diye anlatıyordu duyduğu sevgisini.
Cahit Külebi’den söz ederken de, “Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurken sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim” diyordu.
Saygıdan şiirlerini bekletirdi
Ahmed, özellikle lise sıralarında, gençlik döneminde ne çok şiir yazmıştı. Ancak hepsi elinden uçup gitmişti. Defterler dolusuydu halbuki. Gecede en az 8-10 sayfa yazıyordu. “Her biri bir kızda kaldı” diye açıklıyordu bu dönemi. “Birçoğu da poliste… Feri alamadım, vermiyorlar”.
Zamanla şiirlerini bekletmeyi öğrendi. Mesela yirmi yıldır hiç dokunmadığı şiirinden bahsedecekti. “Öylece kalsın” diyordu; “Damıtılsın”. Kesin bir yere takılmıştı çünkü, öyle düşünüyordu. Mutlaka oraya layık, yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklemeliydi. “Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben, buna çok saygı duyarım” diye açıklıyordu bunun sebebini.
Hem sonra örnek veriyordu, “Ay Karanlık” adını verdiği şiirinde,
"Maviye
Maviye çalar gözlerin…
Dizesini, belki on yıl, belki de çok, çok daha fazla bekletmişti.
Saygısı boşuna değildi. Çünkü hepsi için, tek tek, beklediğine değdiğini de görecekti.